Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir ile Hayatı Üzerine
BBu röportaj Uludağ Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öcal tarafından Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir hocamızla yapılmış ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öcal’ın Tanıkların Dilinden Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Dini Hayat (İstanbul 2008, Ensar Neşriyat, III, 137-196) kitabında yayımlanmıştır.
Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Hadis Anabilim Dalı (emekli) Öğretim Üyesi
1939 Yozgat İnceçayır Köyü doğumludur.
1952’de İlköğrenimini tamamladı.
Bir yıl Kur’an Kursuna devam etti.
1953’te açılan Yozgat İmam-Hatip Okulunun (1) No.lu öğrencisi oldu.
1960’da Yozgat İHO’nun “birincilerinin birincisi” oldu ve (1) No.lu diplomayı aldı.
1964 İstanbul YİE’nün ikinci mezunlarındandır.
1964-1967 arasında Sivas İHO’nda öğretmenlik yaptı.
1967’de İstanbul YİE’ne Hadis Asistanı oldu.
1970-1972’de Kayseri YİE’nde Hadis öğretim üyeliği yaptı.
1972’de askerlik görevi için ayrıldı.
1974’te İstanbul YİE’ne Hadis ve İslâm Ahlâkı öğretim üyesi olarak atandı.
1977’de İ. Ü. Edebiyat Fakültesinde Arap Filolojisi kısmında doktorasını tamamladı.
1982’de İstanbul YİE’nün M. Ü. İlâhiyat Fakültesine dönüşmesi üzerine buradaki görevine devam etti.
1982’de Yrd. Doç.1987’de Doç. 1991’de Prof. oldu.
İlmi eserleri yanında çocuk yayınları ile tanınmıştır.
Çocuk yayınları üzerine Yüksek Lisans tezi yapılmıştır.
1999 tarihinde emekliye ayrıldı.
İstanbul’da ikamet etmektedir.
DOĞUMU VE AİLESİ
M. ÖCAL: Muhterem Hocam, kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Doğum yılı ve yeriniz? Asıl memleketiniz? Babanızın ismi ve mesleği? Anneniz nasıl bir hanımdı?
M. Y. KANDEMİR: Yozgat’a on beş km. uzakta, Sivas yolu üzerinde, merkeze bağlı İnceçayır köyünde 10 Aralık 1939’da doğmuşum. O zamanlar, doğum ve ölüm gibi olaylar, eli kalem tutanlar tarafından Kur’ân-ı Kerîm’in kapağına yazılırmış. Köyümüzün imamı olan merhum babam da Kur’ân-ı Kerîm’in kapağına şöyle yazmış:
“Mehmet Yaşar’ın doğduğu tarih beyân olunur: Arabî 28 Şevvâl 1358, Rûmî 27 Teşrinisânî 1355, İfrencî 10 Kânûnievvel 1939.”
Ailemiz, soyumuz bu köydendir.
Babam köyümüzün imamıydı. İşleğen adlı komşu köyde bir medrese varmış. Orada beraber okudukları, yine köyümüzden olan bir arkadaşıyla birlikte ve münâvebe ile köyün imamlığını yapardı. Bir yıl biri, ertesi yıl diğeri.
Merhum annem ise Yozgat’ın içindendi. Bir berberin kızıydı. O babamın, babam da onun ikinci eşiydi. Annem evimizin işini tek başına çekip çevirirdi. Yani 40-50 koyunu, 3-4 ineği tek başına sağar, sütlerinden yağ peynir yapardı. Ayrıca bahçe işleriyle de uğraşırdı.
İLKÖĞRENİM DÖNEMİ
M.ÖCAL: Hocam, İlkokulu nerede okudunuz?
M. Y. KANDEMİR: İlkokulu köyümde okudum. İlk üç yıl bir Eğitmende okuduk. O zamanlar yani 1940’lı yıllarda her köye bir öğretmen verme imkânı bulunmadığı için okuma yazması olan kimseleri bir süre kursa tâbi tuttuktan sonra “Eğitmen” diye atarlarmış. [1] Bizim eğitmenimiz de kendi köyümüzden böyle bir zât idi. Köyümüzdeki okul üç yıllıktı. Biz üçüncü sınıfı bitirince, dördüncü ve beşinci sınıfların da açılmasına karar verilmiş. Dördüncü sınıfta kimlerin okuyacağını tespit etmek üzere üçüncü sınıfı bitiren yirmi, otuz kişiyi on km. ilerde ve Yozgat yolu üzerindeki beş sınıflı ilkokulu bulunan Çalatlı köyüne yürüyerek götürdüler ve imtihan ettiler. Sadece beşimiz bu imtihanda başarılı olduk ve 5 yıllık ilkokulu okumaya devam ettik.
M.ÖCAL: Kendi köyünüzden olan Eğitmeniniz (herhalde rahmetli olmuştur, Allah rahmet eylesin) nasıl bir insandı? Şöyle yıllarca geriye giderek çocukluk hâfızanızda bıraktığı ize göre kendisini tanıtır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Eğitmenimiz Alaattin Arslan iddiasız, mütevazı ve sevecen bir insandı. Onun köy halkından farkı, kısa süreli kursa devam edip Eğitmen olmasıydı; hakkında zihnimde fazla bir şey kalmamış. Köylü gençlerin onu “Eğer kendine güveniyorsan Mehmet Yaşar’la bir okuma yarışması yapın da görelim. Bakalım hanginiz daha iyi okuyorsunuz” diye zorladıklarını hatırlıyorum.
M.ÖCAL: Bu ifadenizden anladığım; Eğitmen’in öğrencisi olan sizin kadar bile seri okuma kabiliyetine sahip olamadığı anlamına geliyor herhalde değil mi? Bir başka ifade ile sizin o sırada çok seri okuma kabiliyetine sahip olduğunuzu ifade etmektedir. Yahut şöyle mi söylemek gerekir; o zaman “Eğitmen” sıfatıyla yetiştirilip köy okullarına görevlendirilenler bu görevi ifa edebilecek kadar bilgi ve beceriye sahip değillerdi… Yoksa yanlış mı yorumluyorum?
M. Y. KANDEMİR: Bu yorumunla benim söylemek istediklerimi isabetli bir şekilde açmış oldun.
M. ÖCAL: Peki Hocam, köy gençlerinin Eğitmeni “Eğer kendine güveniyorsan Mehmet Yaşar’la bir okuma yarışması yapın da görelim. Bakalım hanginiz daha iyi okuyorsunuz” diye zorlamaları onun üzerinde aksi tesir yapıp, sizi kıskanma, kin besleme ve sizden intikam alma gibi bir duyguya itmiyor muydu?
M. Y. KANDEMİR: Hayır, babacan bir insan olduğu için, köylü gençlerin tahrikine kapılmadı. Oğlu sınıf arkadaşımdı. Bu da onun -tâbir yerindeyse- dolmuşa gelecek kadar toy olmadığını gösterir.
M. ÖCAL: Sayın Hocam, biraz önce bahsettiğiniz uygulama bana ilginç geldi. Çalatlı Köyüne gittiniz ve 5 kişi imtihanı kazanarak 4. ve 5. sınıfları da okuma hakkını kazandınız. Bu hususun açıklığa kavuşması için size bazı sorular yöneltmek durumundayım. İlk sorum şöyle; neden imtihanı / sınavı kendi köyünüzde yapmadılar da bir başka köyde yaptılar?
M. Y. KANDEMİR: İmtihanı köyümüzde yapmayışlarının sebebi, dediğin gibi pek tuhaf bir durum. Bunun sebebi imtihanı yapacak heyetin köyümüze kadar yorulmaması mı, yoksa derslerinin aksamaması mıydı bilemiyorum. “Yürümekle yollar aşınmaz” prensibi demek ki o zaman da varmış.
M. ÖCAL: Peki, imtihanı kazandıktan sonra 4. ve 5. sınıfları da köyünüzde mi yoksa Çalatlı’da mı okudunuz? Ayrıca, Çalatlı köyünde yapılan imtihanı kazanan 5 kişiye okuma hakkı verdiler de diğerlerini okutmadılar mı?
M. Y. KANDEMİR: Biz imtihanı kazanan beş kişi, 4. ve 5. sınıfları köyümüzde okuduk Diğerleri ise, başarısız görülüp yeniden 1. sınıftan itibaren okumaya başladılar.
M. ÖCAL: Bu yıllarda yani 4. ve 5. sınıfta sizi okutan öğretmeniniz kimdi?
M. Y. KANDEMİR: O yıl, galiba Kayseri Pazarören Köy Enstitüsünden [2] yeni mezun olmuş, Kavurgalı köyünden Hacı Mehmet Nazlı adlı bir genci bizim köye öğretmen tayin ettiler. 4. ve 5 sınıfı aynı odanın içinde o okuturdu. Her sınıfı meşgul edecek ödevler verir, sonra dersi hangi sınıfa ise onların yanına gelip ders yapardı. Hatırladığım kadarıyla köyümüzün çocuklarını bu öğretmen yıllarca tek başına okuttu. Yeni öğretmenimiz, eskisine yani Eğitmene göre çok bilgiliydi.
M. ÖCAL: O dönemde Köy Enstitüleri ve oradan yetişenler çokça tartışma konusu olmuştur. Doğal olarak mensupları ile o zihniyete sahip veya yakın olanlar devamlı savunma yaparken, karşı zihniyete sahip olan ve duydukları, gördükleri bazı olaylardan hareket edenler ise onlara karşı hücum etmiş ve eleştirmiştir. Her iki tarafın da kendisine göre haklı oldukları ve doğru kabul ettikleri hususlar vardır veya olabilir. Ben burada Köy Enstitülerini ve mensuplarını eleştirecek değilim, zaten konumuz ve maksadımız da bu değil. Ancak size desem ki; Pazarören Köy Enstitüsünden yetişen öğretmeninizin zihniyeti, tutum ve davranışı o günün, 10-12 yaşlarındaki M. Yaşar Kandemir’in hâfızasında nasıl bir iz bıraktı?
M. Y. KANDEMİR: Öğretmenimiz o devrin görüşlerine sahipti. Beni, padişahları çok seven babamla bu konuda tartışacak ve padişahlar aleyhinde söylediği sözleri benimseyecek duruma getirdiğine göre, demek ki aynı zamanda kendi açısından başarılıydı.
İlkokul diplomasının ön ve arka yüzleri.
KUR’AN ÖĞRENİMİ
M.ÖCAL: Sayın Hocam, 1952’de ilkokulu bitirdiniz, sonra ne yaptınız? O yıl henüz Yozgat’a İmam-Hatip Okulu açılmamıştı.
M. Y. KANDEMİR: Evet, ben ilkokulu bitirdiğimde Yozgat’ta henüz İmam-Hatip Okulu açılmamıştı. Ailem, tek çocukları olan beni -bir şehir kızı olan merhum annemin tesiriyle olmalı- bir meslek sahibi yapmak için 1952’de köyden Yozgat’a göçtü. Bir yıl Kur’an Kursu’nda okudum ve bu arada Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini ezberledim. O yılın sonunda İmam-Hatip Okulu açıldı, ben de oraya geçtim.
M.ÖCAL: Kurs hocalarınız kimlerdi? Nasıl insanlardı? Kendileri hakkındaki düşünce ve kanaatleriniz nasıl?
M. Y. KANDEMİR: Kursumuzun iki hocası vardı. Biri daha sonraki yıllarda bize İmam-Hatip Okulu’nda da Kur’ân-ı Kerîm öğretmenliği yapan Yozgat’lı Fazlı Lekesiz, diğeri de Trabzon’lu merhum hocamız Hüseyin Sarıcaoğlu. Her ikisi de ilkokul mezunu, Arapça tahsili yapmış, hâfız, kıraat tahsil etmiş değerli ve faziletli insanlardı. Benim kursa başladığım tarihte Fazlı Lekesiz Bey askere gittiği, Hüseyin hocamız yalnız kaldığı için, yine kendilerinin yetiştirdiği hâfızlardan iki genç yardımcısı vardı.
M.ÖCAL: Yıllardan beri Kur’an Kurslarında hocaların öğrencileri çokça dövdüğüne dair bir kanaat yaygın. Sizin hocalarınız da böyle miydi? Yoksa sizleri severek, okşayarak, takdir ve teşviklerde bulunarak mı Kur’an öğretiyordu?
M. Y. KANDEMİR: Ben hocalarımdan dayak yemedim; onların talebe dövdüğünü de bilmiyorum. Fakat kursta disiplin vardı. Talebeler hocalarından çekinirdi. Hocalarımız özellikle namaz kılmayanlara karşı sert davranırdı. Bu da son derece tabii idi. Çünkü kursu bitirenler, netice itibariyle bir köyde imam olacaklardı. Hocalarımız iyi talebelerini severlerdi. Nush ile uslanmayanları da tekdir ederlerdi.
YOZGAT İMAM-HATİP OKULU ÖĞRENCİLİĞİ DÖNEMİ
Özel olarak Arapça dersleri alması
M. ÖCAL: Sayın Hocam, mülâkatımızı İmam-Hatip Okulu öğrenciliğiniz dönemiyle ilgili soru ve cevaplarla sürdürelim Ancak öncelikle öğrenmek istediğim bir husus var; İHO’nda öğrenime başlamadan önce veya başladıktan sonra gayr-i resmi ve medrese usûlü Arapça ve dini tahsil yaptınız mı?
M. Y. KANDEMİR: İmam-Hatip Okulu’na başlamadan önce değil ama başladıktan sonra özel olarak Arapça dersleri aldım.
M.ÖCAL: Kimden veya kimlerden özel ders aldınız ve neler okudunuz?
M. Y. KANDEMİR: Yozgat İmam-Hatip Okulu açıldığında Yozgat Müftüsü merhum Hüseyin Avni Bayraktar’dı. Arapça’yı çok iyi bilir ve öğretirdi. O yıllarda İmam-Hatip Okulları’nda Arapçayı öğretmek üzere en-Nahvü’l-vâdıh adlı altı kitaptan oluşan bir seri kitap vardı. Hüseyin Avni hocamız bu kitabı temrinleriyle birlikte pek güzel öğretirdi. İlk üç yılda bu eserin üç cildini okuttu. Görüp göreceğimiz rahmet de bu oldu. Biz dördüncü sınıfa geçince Müftü Efendi başka bir yere tayin edildi. Bu duruma çok üzüldük. Birkaç arkadaş Diyanet İşleri Başkanlığı’na; ‘Hocamızı elimizden almayın’ diye telgraf çektik. Tabiî bizi dinleyen olmadı. Bu işin peşini bırakmamızı tatlı-sert bir ifadeyle her birimize tek tek ifade eden okul idaremiz; ‘Hocamızın ikinci evlilik yaptığını, bunun kanunlara aykırı olduğunu, okulumuzun bitişiğindeki lojmanda oturmasının da bizim üzerimizde çok menfi tesirler yapacağını’ söyleyerek bize engel olmaya çalıştılar. Özellikle benim, Arapça hocası bulmak için çırpınmama, Arapça bildiğini düşündüğüm bazı kimselerle okul idaresi arasında irtibatlar kurmama rağmen bir daha öyle muhtevalı bir hocaya kavuşamadık. Bu sebeple de kendisini hiç unutamadık.
Merhum hocamız Kur’ân-ı Kerîm’i güzel okumasıyla da ünlüydü. Hocamın akrabası olan Abdullah Hatipoğlu Hoca efendiden pek yakında öğrendiğime göre merhum hocam, Haseki Eğitim Merkezi’nin ilk kıraat hocalarından Mehmet Rüştü Âşıkkutlu Hoca efendinin talebesiymiş.
M. ÖCAL: Başka kimden okudunuz?
M. Y. KANDEMİR: Bir de Gevrek-zâde Yusuf Efendi’den Farsça dersi almıştım. Gevrek-zâde, Büyük Caminin (Çapanoğlu Camiinin) emekli imamlarından olup o zamanlar seksen küsur yaşlarındaydı. Evi, babamın imamlık yaptığı Ali Efendi Camiine yakındı. İkindi namazı yaklaşınca evine gider, hocamın koluna girerek camiye getirirdim. Namazdan sonra, Arapça hocam Ömer Lütfi Zararsız ile birlikte Hoca efendiden Farsça okurduk. Sonra da onu tekrar evine götürürdüm.
Yozgat İHO’nun (1) no.lu öğrencisi olması
M. ÖCAL: Sayın Hocam, Sizin Türkiye’de ikinci defa (1953’te) açılanlardan Yozgat İmam-Hatip Okulunun ilk ve 1 (bir) no.lu öğrencisi olduğunuzu biliyoruz? Aynı zamanda 1 (bir) no.lu diploma sahibisiniz? Bu nasıl oldu? Yani, İHO’nun açıldığını veya açılacağını ilk duyan kişi olduğunuz için mi? Özel olarak takip ederek mi ilk kaydolan öğrenci oldunuz? Yoksa bu bir tesadüf veya tevafuk mu?
M. Y. KANDEMİR: ‘Tevafuk’ demek daha isabetli olur. Bir gün Kur’an Kursu’nda ezberlediğim sayfayı hocalarımdan birine dinletmek için sıra beklerken, hocamız merhum Hüseyin Sarıcaoğlu;
“- Yozgat’ta da İmam-Hatip Okulu’nun açıldığını” söyledi ve okulu bize kısaca tanıttı. “Okula kaydetmek için talebe aradıklarını, kendisinin de bu okulda okumak isteyen Kur’an Kursu öğrencilerini kaydedeceğini” söyledi.
Talebelerin içinde, aklımda kaldığına göre en küçüğü bendim. Babamı da yakından tanıyan hocam benim bu okula kaydolmamın daha isabetli olacağını söyledi ve ilk önce benim adımı yazdı. Böylece okulumuzun (1) bir numaralı öğrencisi ben oldum. Hâfızlığı tamamlamayı çok istediğim halde buna imkân bulamadım. Hâfızların ifadesiyle söyleyecek olursak “yedi sayfayla gidiyordum.” Yani Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini ezberlemiştim. Sonraki yıllarda, ‘hiç değilse ezberlediklerimi unutmayayım’ diye çalıştım. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde okurken de buna gayret ettim. Fakat ezberlemekte zorluk çekmemden olmalı, ezberlediklerimi de maalesef koruyamadım.
M. ÖCAL: Sayın Hocam, hoşgörünüze sığınarak burada kendimle ilgili bir açıklama yapmak istiyorum: Hüseyin Sarıcaoğlu merhum bendenizin de hocası olmuştu. Ben de sizin gibi bir yıl Kur’an Kursuna gitmiştim. Tam hâfızlığa başlayacakken İmam-Hatip Okuluna ayrıldım. Ama nedendir bilemiyorum, babam rahmetli beni Kurstan alıp İmam-Hatip Okuluna kaydettirmek istediğinde Hocam bana karşı pek hoşgörülü davranmamıştı. ‘Bunca emek veriyoruz, hep böyle hâfızlık yapmadan ayrılıyorlar, bunlara hakkımı helâl etmeyeceğim… vb.’ diyerek sitem etmişti. Bunu ciddi mi, şaka olarak mı söylemişti tam hatırlayamıyorum ama sonra hocamın elini öperek hakkını helâl ettirip, kayıt evraklarımı alıp -okulların açılmasından kırk gün sonra- İmam-Hatip Okuluna geçmiştim. Her neyse… Allah Hocamıza gani gani rahmet eylesin…
Burada öğrenmek istediğim husus şu: Yozgat İHO’na kaydolduğunuzda ilk öğrenciler olarak kaç kişi idiniz?
M. Y. KANDEMİR: Bildiğim kadarıyla 35 kişiydik.
M. ÖCAL: İlk defa açılmış bir okulun bir (1) no.lu öğrencisi olmak o zamanki çocukluk dünyanızda size ne tür duygular ilham ediyordu, hatırlıyor musunuz? Ayrıca size gerek arkadaşlarınız ve gerekse hocalarınız sırf (1) no.lu öğrenci olmanızdan dolayı farklı bir yaklaşım sergiliyorlar mıydı?
M. Y. KANDEMİR: Okulumun 1 no.lu öğrencisi olmak, okulunu seven biri sıfatıyla elbette beni mutlu ediyordu. Sınıfa yeni gelen öğretmenler öncelikle benim numaramı okuyor, benimle tanışıyordu. Bunun tek mahzuru, sözlü imtihanlara ilk defa benim çağrılmamdı. Bu yüzden 1 no.lu öğrenci olmaktan memnun kalmadığım zamanlar da oluyordu.
1 no.lu öğrenci olmamdan dolayı bana farklı bir yaklaşım gösterilip gösterilmediği konusunda bir şey hatırlamıyorum.
Okulun yeri ve araç gereç durumu
M. ÖCAL: Hocam, İmam-Hatip Okulu Yozgat’ın neresinde açıldı?
M. Y. KANDEMİR: İmam-Hatip Okulu bizim okuduğumuz Kur’an Kursu binasında açıldı. Binanın yarısını İmam-Hatip Okulu’na verdiler. Gerisinde Kur’an Kursu faaliyetine devam etti.
M.ÖCAL: Hocam müsaade eder ve uygun görürseniz ben okulun yerini şöyle kısaca bir tarif edeyim. Belki bizden sonraki kuşaklar İmam-Hatip Okulunun ilk yerini ve dolayısıyla Kur’an Kursunun yerini merak ederler.
Saat kulesi tarafından çarşıya girip Büyük Camiye (Çapanoğlu Camiine) doğru giderken sola dönen ilk aralıktan Eski Üzüm Pazarı denilen yerin yanı başından devam edip, Ozan soyadlı aileye ait Yayla Lokantası olarak bilinen lokanta ve tandır kebapçısının önünden hemen aşağıya inilince solda kalan bina. Bir başka taraftan yerini belirlememiz gerekirse; o bina şimdiki T. İş Bankasının arka tarafında kalmıştır.
Tabii sonraki yıllarda İmam-Hatip Okulunun öğrenci sayısı artınca binanın yarısı yetmez olmuş ve Kur’an Kursu olarak devam eden kısmı dahil tamamı bu okula tahsis edilmiştir. Siz mezun olduktan bir yıl sonra 1961’de biz kaydolmuştuk. O yıllarda binanın tamamı İHO’na aitti ki ben de zaten Kur’an Kursuna bir başka yerde devam etmiştim. 1963’te İmam-Hatip Okulunun yeni binasına taşınması üzerine bu sefer bina tekrar Kur’an Kursu olarak kullanılmaya başlanmıştı. Sonradan daha büyük bina yapılıp Kur’an Kursu da taşınınca söz konusu bina şu son yıllarda bir market olarak kullanılıyormuş…
Sayın Hocam, bu tarif ve açıklamadan sonra şunu öğrenmek istiyorum: İHO açıldığı ve sizin orada öğrenime başladığınız ilk zamanlarda eğitim ve öğretim amaçlı kullanılabilecek araç, gereç var mıydı?
M. Y. KANDEMİR: Araç, gereç namına okulumuzda hiçbir şey yoktu. Bildiğim kadarıyla daktilo, hatta yazışmalarda kullanılacak kâğıt gibi şeyler diğer okullardan veya resmi dairelerden temin ediliyordu.
Sonraki yıllarda bazen; okul nasıl olurmuş, araç-gereç nasıl olurmuş, görelim diye bizi liseye götürürlerdi. Fizik laboratuarını, Beden Eğitimi dersinin yapıldığı salonu ve benzeri imkânları biz orada gördük.
Yozgat İmam-Hatip Okulunun ilk yıl (birinci sınıf) öğrencileri. (1953)
Ön sıra soldan sağa: Halis Doğrutekin, Nurettin Doğrutekin, Mehmet Can, İbrahim Özarslan, Musa Ali Özaslan, M. Yaşar Kandemir, Çınar Bacanlı.
İkinci sıra: Hüseyin Erkılıç, Halil Bek, Sabit Canbulan, Ahmet Arslan, Mehmet Eraslan, A.Şakir Ergin, M. Zühdü Ozan.
Üçüncü sıra: Yunus Yorulmaz, Yüksel Şenol, İbrahim İbiş, Halit Kızılay, Muhittin Şahiner, Bekir Babayiğit, ve sonda görülmeyen Ali Yeşiloğlu.
Müdürleri
M. ÖCAL: Okul açılır açılmaz müdür ataması yapıldı mı? Kim atanmıştı? Branşı ne idi? Nasıl bir zihniyete sahipti, zihniyet itibariyle okulun havasıyla uyumlu muydu? Siz öğrencilere karşı tavrı ve davranışları nasıldı?
M. Y. KANDEMİR: Okulumuzun müdürü Yozgat Lisesi’nde resim öğretmeni olan kendisi de Yozgatlı Mustafa Kemal Aydoğan’dı. Biz okuldan mezun oluncaya kadar da değişmemiş hep müdür olarak görevini sürdürmüştü. Türkiye onu, bir bayrak merasiminde çektiği “Bulutlarda Atatürk” fotoğrafıyla tanır. [3] Hatta bu sebeple zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından kabul edilip tebrik edildiğine dair fotoğraflar hatırlıyorum.
Müdürümüz, Cumhuriyetimizin yetiştirdiği genç, enerjik, okulu için çalışan bir öğretmenimizdi. Bize resim dersine gelirdi. İyiliğimiz ve başarımız için gayret eden, okulumuza iyi öğretmenler getirmeye çalışan, öğrencilerine iyi davranan bir idareciydi.
Meslek dersleri öğretmenleri ve haklarındaki kanaati
M. ÖCAL: Meslek derslerinize kimler geldi? Sizin İHO’na kaydolduğunuz sene (1953’te) A. Ü. İlâhiyat Fakültesi ilk mezunlarını henüz vermişti. Ondan sonraki yıllarda mezunları giderek arttı. Bu fakülte mezunlarından okulunuza atanan hocalar olmuştur. Onların gerek öğretmenliğin gereğini yapma ve gerekse mesleki bilgi bakımından durumları nasıldı? Üzerinizde iz bırakan bir hatıra varsa anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: İlk zamanlar okulumuza atanmış Numan Kurukafa adlı bir hocamız vardı. Kendisi Ankara İlâhiyat Fakültesi’nden ilk mezunlarındandı. (Numan Kurukafa, yıllarca Yozgat’ta görev yapıp ayrıldıktan sonra soyadını ‘Duruöz’ olarak değiştirmişti).
Numan Beyin dışındakiler özel gayretleriyle dinî tahsil yapmış meslek dersleri hocalarımızdı. Ancak içlerinde Şeyhzâde (halk arasındaki ifade ile; Şıhların) Ahmet Efendi olarak bilinen Ahmet Şevki Ergin Hocamız gibi, Sakarya İlkokulu Müdürü Faik Boran gibi medrese çıkışlı ama ilkokul öğretmeni ve müdürü olanlar vardı. Haşmet Hâfız olarak bilinen Yozgat Müftüsü veya cami görevlileri idi.
O zamanlar A. Ü. İlâhiyat Fakültesi’nde meslek dersleri yeterli değildi. Hatta Kur’an dersi bile yoktu. Onun için gerek Numan Beyin ve gerekse sonraki yıllarda yeni atanan bu fakülte mezunu hocalarımızın genel kültürlerinin, özellikle -bizim de hakkında doğru dürüst bir şey bilmediğimiz- Felsefe grubu dersleri, Sanat Tarihi hakkında çok şey bildiklerini düşünürdük. Hatta bu hocalarımızdan biri bir gün bu derslerden birinde, bizim bu konularda çok yetersiz olduğumuzu anlatmak için
“- Şimdi size Allah’ın olmadığına dair bazı şeyler anlatsam imanınız sarsılır” gibi bir cümle sarf etmişti.
O zaman çok korkmuştum. ‘Keşke böyle bir şey söylemese’ diye içimden dua etmiştim. Çünkü hocamız güzel konuşuyordu. Bilgili olduğu da ortadaydı. Ya gerçekten imanım sarsılsa ne yapardım?
Sonraki yıllarda yani biz mezun oluncaya kadar Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi mezunu yeni yeni öğretmenler geldi. Onlar geldikçe dışarıdan gelen meslek dersleri öğretmenlerinin sayısı da azaldı.
M.ÖCAL: Öğrenciliğiniz döneminde Yozgat’ta, biraz önce isimlerini zikrettiğiniz Şeyh-zâde Ahmet Efendi ile Faik Boran Hoca dışında medrese mezunu hocalar var mıydı? Onlardan dersinize gelenler oldu mu?
M. Y. KANDEMİR: Yozgat’ta, az da olsa medrese mezunu hocalar vardı. Bunların başında müderris Mehmet Hulûsi Akyol gelir. İstanbul Bayezid Camii’nde, Dârülhilâfe Medresesi’nde ve Yozgat’taki medreselerde müderrislik yapan “Büyük Müftü Efendi” diye anılan Hoca efendi 1950’den itibaren de Diyanet İşleri Başkanlığı Müşâvere Heyeti ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu’nda üyelik yapmıştır. Kendilerinden faydalanma şansımız olmadı.
Kendisinden en çok faydalandığımız ve üzerimizde en etkili olan hocamız, muhtelif medreselerde tahsil görmüş olan ve az önce de adından bahsettiğim Şeyh-zâde lakabıyla ünlü merhum Ahmet Şevki Ergin Efendi idi. Yozgat’ımızın mânevî direği olan hocamız bizim ve bizden sonraki arkadaşların İslâm Dini, Akaid, Siyer ve Ahlâk gibi derslerimize gelmiştir.
Medrese mezunu olan hocalarımızdan bir diğeri; Yozgat Müftüsü ve halk arasında ‘Haşmet Hâfız’ olarak bilinen Haşmet Doğar idi. Kısa bir süre Arapça dersimize gelmişti. Onun yetiştirdiği talebelerden biri, kendisinden en çok benim faydalandığım, o zamanlar Yozgat vâizi, daha sonraki yıllarda (1973-1977 arasında) Yozgat Milletvekili olan Ömer Lütfi Zararsız’dı. Ömer Lütfi hocamız, şahsî gayretleriyle Arapça öğrenmek isteyen talebeleri, aynı zamanda vekil imam-hatip olduğu Natırzâde camiinde [Müftülüğün yanındaki cami, galiba adı böyleydi] okuturdu. Ben de daha çok yaz tatillerinde kendisinden Arapça öğretiminin en önemli kitapları olan İzhâr, Kâfiye ve Telhis kitaplarını okudum. Hatta bu esnada mezkûr kitapları, hocamdan okudukça, kendime göre yalan yanlış tercüme etmeye yeltendim.
M.ÖCAL: Halk arasında Büyük Müftü Efendi olarak anılan Mehmet Hulusi Akyol merhum ve Şeyh-zade (Şıhların) Ahmet Efendi olarak anılan Ahmet Şevki Ergin Hoca efendi ile aranızda geçen özel bir hal veya olayı anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Mehmet Hulusi Akyol hoca efendiyi yatağa mahkûm olduğu son yıllarında gördüm. Aralarında merhum babamın da bulunduğu bazı hocalar onu ziyaret ederlerdi. Ben de aralarına katılırdım. Huzurunda bulunan herkese Kur’an okuttuğunu hatırlıyorum. Zor anlaşılan bir konuşma tarzı vardı. Odasında gördüğüm o zengin kütüphane beni şaşırtmıştı.
Şeyh-zade Ahmet Efendi hocamız ise, derse girdiğinde, sınıfta sinek uçsa vızıltısı duyulurdu. Hepimiz onu pürdikkat dinlerdik. Bir yaramazlık yapar veya kötü bir şey düşünürsek kalbimizden geçeni bilir diye de korkup çekinirdik. Merhum hocamız sevgi dolu bakışlarıyla ve babacan tavrıyla bizi âdeta kucaklardı. Dersinin hiç bitmemesini isterdik. Şeyh-zade Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Şakir Ergin yakın arkadaşımdı. Bu sebeple evlerine sık sık giderdim. Şakir Bey’in evin alt katında bir odası vardı. Biz daha çok orada bulunurduk. Bu arada hocamızla görüşme fırsatımız olurdu. Okul dışında onun bir bakışına, bir iltifatına nail olmayı ayrıcalık kabul edenlerden biriydim.
M.ÖCAL: Hocam, malum olduğu üzere Yozgat’ın yetiştirdiği sesi ve kişiliği ile halk üzerinde son derecede olumlu etki yapan bir Hocamız daha var; Fazlı Lekesiz Hoca. Onun hakkındaki düşünceleriniz alabilir miyim?
M. Y. KANDEMİR: Fazlı Lekesiz hocamızı, köyden şehre göçtüğümüz günlerde tanımıştım. Bizim köyden Kur’an Kursu’nda okuyan ağabeylerim vardı. Fazlı hocamız, onlara haftada bir gün din dersi verirmiş. O gün ben de aralarına katıldım. Galiba bir Akaid dersiydi. Hocamız onlara not tutturuyor ve yazdırdıklarını açıklıyordu. Bu dersten çok etkilenmiştim. Daha önce böyle doyurucu bir din dersi dinlememiştim. Kur’an Kursu’na ve Fazlı Hoca’ya hayran kalmıştım. Hocamız çok yakışıklı bir delikanlıydı. Güzel yüzüne bakmak insana mutluluk verirdi. Bilgili ve hazırcevaptı. Öğrenciler de onu çok sever, gıyabında ondan söz ederken ‘Fazlı Ağabey’ derler ve kendisinden çok çekinirlerdi. Bu onun disiplinli oluşundan kaynaklanıyordu. Köylerinden kopup gelmiş, Kur’an Kursu’nda yatılı okuyan genç delikanlıları disiplin altına almanın galiba tek yolu buydu. Hocamız o günlerde askere gitti. Kendisinden o günlerde okuma fırsatı bulamadım. Asker dönüşü de, muhtemelen biz İmam-Hatipli olmuştuk. Sevgili hocamız yedi yıl boyunca bizim Kur’ân-ı Kerîm dersimize geldi. Hıfzı sağlam biri değildim. Her ezbere okuyuşumda yanlışlar yapıyordum. Hocamın bana uygun gördüğü numara da galiba 7 veya en fazla 8’di. Pekiyi almak için kendisine defalarca müracaat ettiğimde, ezberimi hep gülerek sabırla dinlediğini hatırlıyorum. Allah hayırlı ömürler versin sevgili hocama.
Kültür dersleri öğretmenleri
M. ÖCAL: Okulunuz açıldığı ilk zamandan itibaren ‘kültür dersleri’ diye nitelendirilen ve meslekî / dinî derslerin dışında kalan derslerinize kimler gelmişti?
M. Y. KANDEMİR: Kültür derslerine ilkokullardan, ortaokul ve liseden, Öğretmen Okulundan öğretmenler geldiği gibi tıp doktorlarından, mühendislerden ve o zamanki adıyla Maarif (Milli Eğitim) Müdürlerinden gelenler de vardı. Bizim mezun olduğumuz tarihte bile kültür dersleri öğretmenlerinin büyük bir kısmı diğer okullardan gelmekteydi.
İHO öğrencisi iken çevresinden ve bazı öğretmenlerinden aldığı tepkiler
M. ÖCAL: İHO öğrencisi iken yakınlarınız veya sosyal çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız? Takdir mi edildiniz, olumsuz yönde etkilenebileceğiniz şekilde eleştirildiniz mi? Bu tür tepkilere veya eleştirilere karşı sizin tavrınız ne veya nasıl oluyordu?
M. Y. KANDEMİR: Yakın çevrem okuduğum okuldan memnundu. Babam imam olduğu için çevremizdeki insanlar da okulumuz hakkında iyi şeyler düşünen kimselerdi. Ama daha çok dışarıdan gelen ve derslerdeki başarılarımdan memnun olan bazı öğretmenlerim;
“- İmam-Hatip Okulunda okumakla kendime yazık ettiğimi, ortaokulda ve lisede okumak suretiyle toplumda saygı gören daha iyi bir meslek sahibi olabileceğimi” söylerlerdi.
Bu sözler elbette beni üzerdi. Bir kısmına bu kanaatimi açıkça söylerdim. Bazen de, bu tür tavsiyeleri artık kanıksadığım için “hayırlısı olsun” deyip geçerdim.
O tarihte İmam-Hatip Okulumuz tam olarak tanınıp anlaşılamadığı için, dindar insanlardan bile bu okulun talebelerini yadırgayanlar vardı. Galiba bunun sebebi “gâvurca” okumamız, Beden Eğitimi dersinde şort giymemiz gibi şeylerdi. Bu intiba yıllar sonra silinebildi.
Bir ‘Mesleki Uygulama’ hatırası
M. ÖCAL: Sayın Hocam, malum olduğu üzere İmam-Hatip Okullarında ‘meslekî tatbikat’ veya diğer bir ifadeyle ‘meslekî uygulama’ yaptırılır. Okul ders programı arasında bir de Hitabet dersi vardır. Bu derste gerekli teorik bilgileri aldıktan sonra öğrenciler camilerde Cuma hutbesi okumak, namaz kıldırmak, vaaz etmek yahut kandil gecelerinde mevlid okumak vb. şekilde tatbikat / uygulama yaparlar. Tatbikat, İmam-Hatip Okullarının ilk yıllarında daha yoğun olarak yaptırılıyordu. Hutbe okumak, namaz kıldırmak, vaaz etmek gibi fiili uygulamalar esnasında tecrübesizlikten ve o yaş döneminin heyecanından kaynaklanan bazı hoş hatıralar da yaşanırdı. Siz de böyle bir uygulamadan geçmişsinizdir. Hâfızanızda iz bırakan ve unutamadığınız böyle bir hatıranız varsa anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Yozgat İmam-Hatip Okulu’nun ilk vaaz eden öğrencisi bendim. İlk defa namaz kıldırmak, hutbe okumak, vaaz etmek çok zor bir şeydir. Ama bu korkunun mutlaka izalesi gerekir; o da uygulamadır. Bir öğrenci uygulama yapmadıkça bu korkuyu üzerinden atamaz. Biz vaaz kürsüsünde hep okumuş, yazmış, yaşını başını almış hoca efendileri gördüğümüz için oraya çıkmaktan çok korkardık.
İmam-Hatip Okulu’nun galiba 4. sınıfındaydık. Sınıfımızın en küçüklerinden biriydim. Camide namaz kıldıracak, müezzinlik edecek, vaaz edip mevlid okuyacaktık. Vaaz etme görevi bana verilmişti. Merhum Faik Boran Hocam bu konuda da benimle çok meşgul oldu. Bir vaaz kitabını esas alarak, vaaza nasıl ve hangi duayı okuyarak başlayacağımı, ardından hangi âyet ve hadisleri okuyacağımı, hangi menkıbeleri anlatacağımı, bana öğretmişti. Günlerce korka korka hazırlandım. Sarığımı, cübbemi giyerek Büyük Cami’de (Çapanoğlu Camiinde) kürsüye çıktım. Söyleyeceğim şeylerin çoğunu âdeta ezberlemiştim. Cemaat beni ilgiyle dinledi.
Camiden çıktıktan sonra, şehrimizin genç vâizi ve benim daha sonraları en çok sevdiğim ve faydalandığım hocam Ömer Lütfi Zararsız bazı küçük tenkitlerde bulundu. Bu sözler çok ‘zoruma’ gitti. Ben kendimi takdir beklemeye hazırlamıştım. Tenkit çekilecek şey değildi. Ömer Hocamın sözlerini Faik Bey’e aktardığım zaman, o da tenkide uğrayan kendisiymiş gibi Ömer Hoca’ya kızdı. Ona ‘şunu da, şunu da söyleseydin’ diye saydı döktü. Ama biz bir görevi başarıyla yapmanın mutluluğu içindeydik.
Yozgat İmam-Hatip Okulu 5. sınıf öğrencisi iken mesleki uygulama yapmak üzere giyindiği sarık ve cübbe ile okul bahçesinde. (1.5. 1958)
Yozgat İHO’nun “birincilerinin birincisi” olması
M. ÖCAL: Sayın Hocam, yanlış bilmiyorsam siz Yozgat İmam-Hatip Okulunun hem 4 yıllık orta kısmını ve hem de 3 yıllık lise kısmını birincilikle bitirmişsiniz, doğru mu bu bilgi?
M. Y. KANDEMİR: Lise kısmını birincilikle bitirdiğimi biliyorum da, orta kısmı birincilikle bitirip bitirmediğimi bilemiyorum.
M. ÖCAL: Bu durumda sizi Yozgat İmam-Hatip Okulunun ‘ilklerinin ilki’ veya ‘birincilerinin birincisi’ olarak takdim edersek herhalde yanlış nitelemiş olmayız. Zaten okul numaranızda olduğu gibi, diplomalarınız da (1) numaralı. Siz mezun olalı yarım asra yakın zaman geçti ama şöyle geriye dönüp hafızanızı yoklayarak o günlerdeki duygu, düşünce ve heyecanınızı yansıtacak birkaç cümle söyler misiniz?
M. Y. KANDEMİR: İmam-Hatipli olmakla her zaman iftihar ettik. Her yarışmada İmam-Hatip Okulu bayrağını hep önde taşımayı vazife bildik. Mesleğimizi seviyorduk. Mesleğimizin en iyisi olmak için gayret sarf ediyorduk. Bizi ‘cenaze yıkayıcısı’ diye küçümseyenlerden de böylece intikam aldığımızı düşünüyorduk. Hemen her yarışmaya katıldık. Okulumuzu elimizden geldiğince başarıyla temsil ettik. Hele Liselilerle yaptığımız münazaralardaki birinciliğimiz başımızı hep dik tutmamızı sağladı. Esasen buna ihtiyacımız da vardı. İmamlık mesleğinin küçümsenmesi ağırımıza gidiyordu. Mesleğimizin en iyisi olmak için didiniyorduk.
M. ÖCAL: Liselilerle yapılan münazarada siz de konuşmacılardandınız herhalde?!…
M. Y. KANDEMİR: Evet, münazara ekibinin başkanı olduğumu hatırlıyorum.
M.ÖCAL: İlk mezunlar için herhalde mezuniyet töreni de yapılmıştır. Siz de ilk mezunların birincisi olarak bir konuşma yapmış olmalısınız. Eğer konuşma metnini bir hatıra olarak saklamışsanız ve uygun görürseniz burada aynen yayınlayalım.
M. Y. KANDEMİR: Esasen böyle bir merasim yapılacaktı. Ben de bir konuşma hazırlamıştım. Hatırladığım kadarıyla o gün Halil Bek adlı sınıf arkadaşımız vefat etti. Akdağmadeni Muşallim köyünden fakir bir ailenin çocuğu olan Halil’in ishal yüzünden vefat etmesi hepimizi derin bir üzüntüye boğmuştu. Hatta ben de yazdığım bir şiirle üzüntümü dile getirmiştim. O gün çok garip bir şey daha olmuştu. Köye Halil’in vefat haberini götüren arkadaşımız, o gün Halil’in kız kardeşinin de öldüğünü öğrenmişti. Bundan dolayı maalesef merasim gerçekleşemedi.
M. ÖCAL: Allah arkadaşınıza gani gani rahmet eylesin. Mezuniyet töreni yapılamamış olsa da eğer hazırladığınız konuşma metnini saklamışsanız ve elinizde mevcut ise, ayrıca arkadaşınızın vefatı üzerine üzüntünüzü dile getirmek maksadıyla yazdığınız şiiri koruyabilmişseniz, onları burada yayınlayalım.
M. Y. KANDEMİR: Maalesef o metinler elimde yok. Olsa bile arkadaşım için karaladığım şeye şiirden çok manzûme demek daha uygun olur. O olay beni çok müteessir etmişti. Manzûmemin “Bir günde bacı kardeşi aldı Rahmân ü Celîl” diye başladığını hatırlıyorum.
M.ÖCAL: Keşke o metinler mevcut olsaydı… İmam-Hatip Okuluna ilk kaydolduğumuzda 35 öğrenci idik demiştiniz. Bu 35 kişiden ne kadar fire verdiniz ve 4 yıllık orta kısmından kaç kişi mezun oldunuz?
M. Y. KANDEMİR: Doğrusu bu sorunun cevabını bilmiyorum.
Yozgat İmam-Hatip Okulunun 4 yıllık orta kısmından aldığı 1 (Bir) No.lu 1. devre (orta kısım) diploması.
M. ÖCAL: Orta kısımdan mezun olunca öğrenciler olarak -hepiniz değilse de bir kısmı- bazı gerekçelerle Yozgat İmam-Hatip Okulunu toptan terk edip lise kısmının açılmasını önlemek istemişsiniz veya istemişler. Önemli bir kısmı bu karara uyarak ya hiç okumamış veya başka bazı okullara geçmişler. Bu olayın detaylarını kendisi ile mülakat yaptığımız Ali Şakir Ergin Bey anlattığı için işin bu yönü ile ilgili herhangi bir soru yöneltmek istemiyorum. Burada sizden öğrenmek istediğim şudur: Bu karar sonrasında Yozgat İmam-Hatip Okulunun lise kısmına kaç kişi devam edebildiniz ve 7. sınıfın sonunda kaç kişi mezun oldunuz?
Ayrıca kaç kişi (kimler) Yüksek İslâm Enstitüsünü kazanmıştınız?
M. Y. KANDEMİR: Bu sorunun sadece son kısmına cevap verebileceğim. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü imtihanını sekiz kişi kazanmıştık. Ahmet Arslan, Mehmet Ersalan, Nurettin Doğrutekin, Sabit Canbulan, Muhittin Şahiner, Yunus Yorulmaz, Şevki Özkan ve bir de ben. Galiba bir yıl sonra da sınıf arkadaşlarımızdan merhum İbrahim İbiş (Musaoğulları) aramıza katılmıştı.
1959 yılı Ramazan Bayramında Yozgat’ta Şeyhzade Ahmet Efendi’nin bahçesinde. (10.4.1959)
M.ÖCAL: Yozgat İmam-Hatip Okulunun ilk mezunlarından bir başka ifade ile sınıf arkadaşlarınızdan sizin gibi yüksek tahsil yaparak veya yap(a)madan önemli yerlere, makamlara gelmiş ve hizmet yapmış arkadaşlarınız oldu mu? Kimler, açıklar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Arkadaşlarımın çoğu orta dereceli okullarda öğretmenlik ve müdürlük yaptı. Sabit Canbulan MEB.’da Başmüfettişi, Şevki Özkan MEB. Din Öğretimi Genel Müdürü oldu.
İnsan-ı Kamil yetiştirme konusunda İmam-Hatip Okullarının / Liselerinin önemi
M. ÖCAL: Hocam, yüksek öğrenim döneminize geçmeden önce müsaade ederseniz İmam-Hatip Okulları / Liseleri çerçevesinde birkaç soru daha yöneltmek istiyorum.
Size göre; ‘Neden din eğitimi ve neden İmam-Hatip Okulları / Liseleri?..’ diye sorsam veya; ‘Sizce İHO’nın memleketimiz, milletimiz, İslâm ve insanlık âlemi için önemi nedir?’ diye bir soru yöneltsem, cevabınız nasıl olur?
M. Y. KANDEMİR: Bizim hedefimiz mükemmel insan yetiştirmektir. İnsan için mükemmellik nedir? Kemâle nasıl varılır? İnsan-ı kâmil nasıl yetişir? Daha açık bir ifadeyle insan nasıl kâmil olur? Bütün bunları en doğru ve en şaşmaz şekilde insanı yaratan bilebilir. İnsanı yaratan da, kâmil insan modelini Peygamber Efendimizin şahsında ortaya koyduğunu söylemekte, Allah’ın Resûlü’nün bize en güzel örnek olduğunu bildirmektedir. Gerek Kur’ân-ı Kerîm’deki ahlâk esaslarını gerek Peygamber Efendimizin yaşama tarzını bize sadece din eğitimi verebilir. Çocuk din eğitimi sayesinde sağlam bir inanç, iyi bir ahlâk, karakter ve davranış biçimi kazanır. İşte bu sebeple din eğitimi vazgeçilmezdir.
Esasen din eğitimi her okulda verilebilir. Yeter ki bunu mümkün kılacak programlar yapılsın. Ama bugün din eğitimini verebilecek en uygun okul İmam-Hatip Liseleridir. Her şeyden önce öğrenciyi dinî kaynaklara götürecek olan başta Arapça olmak üzere Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelâm, Siyer ve Ahlâk gibi dersler burada okutulmaktadır.
Kendini yaratan Allah’ın ve kendisine doğru yolu gösteren Peygamberinin buyruklarını okuyarak yetişen bir çocuk, suyu kaynağından içen insan gibi her şeyin en doğrusunu, en temizini görmüş, tatmış, öğrenmiş olur. Memleketimizin, İslâm âleminin, hatta bütün dünyanın nereden geldiğini, nereye gideceğini bilen, Allah korkusunu tanıyan, bu sebeple de kendisine her imkân teslim edilse bile doğruluktan ayrılmayacak olan dürüst insanlara ihtiyacı vardır. Bu da ancak din eğitiminin en iyi şekilde verildiği, faziletin, dürüstlüğün titizlikle tanıtıldığı okullarda okumak suretiyle mümkün olabilir.
İmam-Hatip Okullarının / Liselerinin tartışma konusu olma sebebi
M. ÖCAL: Düşüncenizi almak istediğim bir diğer husus ise şudur: Çok iyi bildiğiniz gibi, Türkiye’de İHL’lerini maddi ve manevi yönden destekleyen, onları kurup geliştiren, her tür masrafını karşılayan ve bu şekilde gönüllü olarak devletin eğitim yükünü paylaşan ve aynı zamanda büyük çoğunluğu oluşturan bir halk kesimi var. Buna karşılık bir de; sayısal olarak azınlıkta ama devletin ve medya gücünün çoğunluğunu ellerinde tutan ve bazı yetkileri kullanma durumunda olan karşı fikre sahip kesim var. İHL’ler bu iki kesim arasında devamlı tartışma konusu olmakta. Böyle giderse bu tartışma pek biteceğe de benzemiyor. Siz ne dersiniz? Bu tartışmanın sebebi nedir? Türkiye demokratik bir ülkedir deniliyor. Demokrasilerde halkın çoğunluğunun isteklerine uygun bir yönetim ve eğitim sistemi olması gerekmiyor mu? Demokrasi mi yanlış tanımlanıp halk kandırılıyor, yoksa doğru tanımlama yapılmasına rağmen başka unsurlar mı devreye giriyor?
M. Y. KANDEMİR: Bu memlekette Batı zihniyetine göre yetişmiş, halkının inancına büsbütün yabancı bir kesim söz sahibidir. Onlar, insanımızın fikriyâtını besleyen İslâm düşüncesine karşı, hatta bu düşüncenin tamamen aleyhindedir. İdeolojiler söz konusu olduğunda Batı zihniyeti geri plana itilmekte, demokrasi askıya alınmaktadır. Onlar bu toprağın insanını besleyen değerleri ‘çöl kanunu’ olarak görmeye ve bu memlekette kukla oynatmaya devam ettikçe bu kavga sürüp gidecektir.
Yozgat İmam-Hatip Okulunun kayıt defterinden…
1 (Bir) no.lu ve ilk sırada M. Yaşar Kandemir.
Yozgat İmam-Hatip Okulu İkinci Devre Diploma Defterinden
M. Yaşar Kandemir ve arkadaşı Muhittin Şahiner
YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜ ÖĞRENCİLİĞİ DÖNEMİ
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne girişi
M. ÖCAL: Sayın Hocam, müsaade ederseniz sohbetimizin yüksek öğrenim döneminizle ilgili kısmına geçelim. Siz 1960 yılında İmam-Hatip Okulunu bitirdiğinize göre aynı yıl İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne girdiniz ve 1959’da açılan bu dinî yüksek öğretim kurumunun ikinci öğrencilerinden oldunuz değil mi? YİE’ne girişiniz ve kayıt yaptırmanız nasıl oldu, kısaca anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Evet, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün ikinci dönem öğrenci ve mezunlarındanım. İmam-Hatip Okulu’nu bitirdiğimiz yıl önce okulumuzda meslek derslerinden ve kompozisyondan imtihan olduk. İmtihan evrakımız İstanbul’a gönderildi ve orada okundu. Bir süre sonra bu imtihanı kazananların listesi geldi. Onların belli bir tarihte sözlü imtihan için İstanbul’a gidecekleri belirtiliyordu. O tarihte İstanbul’da iki hoca tarafından Arapça ve Hadis’ten imtihan edildiğimizi hatırlıyorum. Bu hocalarımızdan biri merhum Ahmet Davudoğlu, diğerini ise hatırlamıyorum. İmtihanı kazanıp yatılı okuma şansına sahip olmuştum. Bunun için İstanbul Tıp Fakültesi’nden heyet raporu almamız, ayrıca okuyamadığımız takdirde masraflarımızı karşılayacak birinden de kefâlet senedi almamız gerekiyordu. Bunları hazırlayıp kaydımı yaptırmıştım.
M. ÖCAL: YİE’ne girerken amacınız veya bir başka ifade ile bu okulda tahsil yapmak isterken düşünce ve hedefleriniz ne idi?
M. Y. KANDEMİR: Bize, Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun olanların müftü ve vâiz olacağı, belki İmam-Hatip Okullarında öğretmen olma hakkı da tanınacağı söylenmişti. Zaten bu kadarı bize yetiyordu.
Bizim neslimizde, halkımıza ve onların çocuklarına İslâmiyet’i öğretme aşkı vardı. Hep bunu konuşurduk. Bunun için de kendimizi iyi yetiştirmemiz gerektiğine inanır ve bu konuda elimizden geleni yapmaya çalışırdık. Çok yönlü olmamız gerektiğini bilir, ona göre kendimizi hazırlamaya gayret ederdik.
M. ÖCAL: Hocam yanlış bilmiyorsam siz Yüksek İslâm Enstitüsünü yatılı olarak okudunuz değil mi? Pansiyon şartları ve yatakhaneniz nasıldı? Biraz bilgi verir misiniz?
M. Y. KANDEMİR: Biz Fındıklı’daki Namık Kemal İlkokulu’nun çatı katında bulunan Enstitü’ye kaydolup tahsilimizi orada tamamladık. Bu çatı katında hem birkaç sınıf hem de meşhur yatakhanemiz vardı. Pansiyon şartları ve özellikle de yatakhanemizin durumu berbattı. Altmış kişi aynı salonda yatıyorduk. Gece tabiî ihtiyacı için dışarı çıkan biri burnunu tutarak içeri girmek zorunda kalırdı. Banyo yapmak için, çatı katından bodrum katına inmek durumunda idik.
Evli olarak yatılı okumaktan dolayı
yaşadığı sıkıntılı bir olay
M. ÖCAL: Sayın Hocam, siz daha Yüksek İslâm Enstitüsüne girmeden yani İmam-Hatip Okulu öğrencisi iken evlenmiş veya aileniz tarafından evlendirilmişsiniz. Halbuki öğrenci iken evlenmek ve üstelik yatılı okumak yasaktı. Sizin bu durumunuz başınıza iş açmadı mı?
M. Y. KANDEMİR: Evet ben İmam-Hatip Okulu’nun lise kısmında evlenmiş, talebe olduğum için resmî nikâh yaptıramamıştım. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde de yatılı okuyabilmek için evli olmamak şartı vardı. Sonradan birçok arkadaşımın da benim durumumda olduğunu öğrendim. ‘İslâm Ülkeleri Coğrafyası’ dersi hocamız Oral Çilingiroğlu aynı zamanda Baş muavinimizdi. Kurallara çok bağlı bir idareciydi. Evli olup da yatılı okuyanların durumlarını tespit ettiğini öğrendik. Bu münasebetle ifadelerimizi almıştı.
Yatılılık dolayısıyla yaşadığım çok garip bir olay vardır. Bunun bir başkasının başından geçtiğini sanmıyorum. Yüksek İslâm Enstitüsü’nün ikinci sınıfındayken oğlum Seyit Ahmet doğmuştu. Ailemizi özlüyorduk, ama memleketimize gitmek için iki önemli engelimiz vardı; biri maddî imkânsızlık, diğeri de yatılılık. Galiba hiç devamsızlık hakkımız yoktu veya bize tam bir askerî disiplin içinde böyle uygulanıyordu.
Hatırımda kaldığına göre bir bayram tatili dolayısıyla evime birkaç gün önce gitmek istemiştim. Fakat izin almak kesinlikle mümkün değildi. İzin almak için bir bahane düşündüm. Babama bir mektup yazarak; ‘hasta olduğunu, acele yanına gelmemi istediğini’ bildiren bir telgraf çekmesini istedim. İçinde yaşadığımız sıkıntıyı bilen merhum babam evlat hasretiyle de olmalı istediğim telgrafı çekti. Ben de telgrafı alıp baş muavinimizin huzuruna çıktım ve izin istedim. Oral Bey;
“- Biliyorum, bu telgrafı çekmesini babandan sen istedin. Eğer gidersen, Yozgat Müftüsüne resmî yazı yazar, imam olan babanın gerçekten hasta olup olmadığını tahkik ettiririm” dedi ve izin vermedi.
Ben de merhum müdürümüz ve hocamız Fizik Profesörü Celâl Saraç’ın huzuruna çıkıp durumu anlattım ve izin istedim. Celâl Saraç Bey bir başka açıdan disiplini çok seven, gece mütalaasına terlikle gitmemizi, namazı pijama ile kılmamızı tenkit eden ve buna izin vermeyen biriydi. Babamın hasta olmasına üzüldü, izin vermekle kalmadı, yol param olup olmadığını da sordu. Teşekkür ederek yol param bulunduğunu söyledim ve sevinerek Yozgat’a gittim.
Bir gün çarşıda dolaşırken Yozgat Müftüsü merhum hocam Haşmet Efendi ile karşılaştık. Bana gülerek;
“- Babana söyle de yatağa yatsın, biz de onun hasta olduğunu gördüğümüzü okulunuza bildirelim” diye şaka yaptı.
Demek ki baş muavinimiz dediğini yapmış resmi yazıyla Yozgat Müftülüğünden bilgi istemişti.
Y.İ.E.’ndeki Müdürleri ve onlar hakkındaki kanaatleri
M. ÖCAL: Başmuavininiz Oral Çilingiroğlu’nun bu tavrı gerçekten çok ilginç… Her ne ise… YİE’deki öğrenciliğiniz döneminde müdürleriniz kimlerdi? Sizin üzerinizde bıraktığı ize göre kendilerini tanıtır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Yüksek İslâm Enstitüsü’nde üç müdürümüzü hatırlıyorum. Biri geçici müdürümüz Kemal Edip Kürkçüoğlu, diğeri Prof. Dr. Celal Saraç, üçüncüsü de Ahmet Davudoğlu idi. Her biri farklı özelliklere sahip değerli insanlardı.
Kemal Edip Bey şâir adamdı. Üstün bir edebî zevke sahipti. Türkçeyi güzel konuşur ve yazardı. O sıralarda radyoda yaptığı seci’li dinî konuşmaları ve yazıları zevkle takip edilirdi.
Prof. Dr. Celal Saraç Bey, yakından tanımadığınız sürece dindar bir insan olduğunu öğrenmekte zorluk çekeceğiniz Batı kültürüyle yetişmiş bir beyefendiydi.
Ahmet Davutoğlu hocamız ise Bulgaristan’da komünist idareden zulüm görmüş, Ezher mezunu, Türkçeyi Anadolu insanı gibi güzel konuşan ve kendimize çok yakın hissettiğimiz biriydi. Ders saatlerinin dışında yine Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kendisinden özel olarak Fıkıh ve Usûl-i fıkıh dersleri okurduk. Mevlâm her üçüne de rahmet eylesin.
Yüksek İslâm Enstitüsü öğrenciliği dönemi.
Namık Kemal İlkokulu’nun taraçasında.
Arkada Fındıklı Camii ve Boğaz.
Hocaları ve Ömer Nasuhi Bilmen Hoca ile bir diyalogu
M. ÖCAL: YİE’deki belli-başlı hocalarınız kimlerdi? Üzerinizde (olumlu-olumsuz) iz bırakanlar ve bıraktıkları izlerle ilgili bilgiler verir misiniz?
M. Y. KANDEMİR: Yüksek İslâm Enstitüsünde pek kıymetli hocalarımız vardı. Bunlar arasında Celal Hoca (Mahmut Celaleddin Ökten), Üsküdarlı Hâfız Ali Efendi, Mahir İz gibi tanınmış isimler de vardı. Mehmet Akif Ersoy’un arkadaşı olan ve bizim Tasavvuf dersimize gelen Mâhir Bey’in şiir okumasına bayılır, onun gibi okumaya çalışırdık.
Bir diğer hocamız ise; o vakitler İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasuhi Bilmen idi. Kelâm dersimize geliyordu. Hoca’nın Muvazzah İlm-i Kelâm adlı bir eseri vardı. Erzurum şivesiyle konuşur, muvazzah kelimesini müvezzeh diye telâffuz ederdi. Biz bu kitaptan sorumluyduk. Fakat bu kitap bizi tatmin etmiyordu. Bir gün dersten çıktıktan sonra Hocama yaklaştım ve kendisinden:
“- Bu ilmi bize Arapça bir eserden okutmasını” istedim. Kabul etti. Hangi eserden okuyacağımızı sordum.
“- Siz bilirsiniz” dedi.
“- Hocam, dedim, bu işi biz değil siz bilirsiniz. Durumumuza uygun, bir veya iki yılda bitirebileceğimiz bir eser tavsiye edin. Hemen tedarik edelim.” O hep;
“- Siz bilirsiniz” diyor, başka bir şey söylemiyordu.
Merdiven başında on beş dakikaya yakın konuştuk, Hoca yine de bir kitap adı vermedi. Sonunda, talebe arasında Ramazan Efendi diye bilinen Şerhu’l-Akâid’i teklif ettim, kabul etti.
Hocanın bu çekingenliğini çok garipsemiştim. Herhalde Arapça kitap okutmanın kesinlikle yasaklandığı o baskı döneminde yaşamış olmak hocamızı böyle bir çekingenliğe itmişti. Süpürgeci Han’daki kitapçıdan temin ettiğim eser bir sonraki derste elimizdeydi. Bu defa da biz hocanın süratine ayak uyduramıyorduk. Bir cümleyi okuyup hepsine birden mâna veriyordu. Arapça okuyanların çok iyi bileceği gibi, biz ondan “kırık mâna” vermesini istiyorduk. Hocamız buna birkaç dakika riayet ediyor, ondan sonra kolayına geldiği şekilde okuyordu. Sonunda dersi takip eden birkaç kişi kaldık.
Program dışı takip ettiği kurs ve derslerle kendini yetiştirmeye çalışması
M. ÖCAL: Hocam 1960’lı yılların İstanbul’unda okumak size nasıl bir imkân ve fırsat veriyordu? Bu imkân ve fırsatları yeterince değerlendirebildiniz mi?
M. Y. KANDEMİR: İstanbul’da tahsil yapmanın bir lütuf olduğunu düşünür, elimizden geldiğince bu imkânı değerlendirmeye çalışırdık. Türkiye-İran Dostluk Cemiyeti’nde akşamları İranlı öğretmenler tarafından verilen Farsça dersini, Fransız Konsolosluğu’nda verilen Fransızca dersini takip ederdim. Güzel Sanatlar Akademisi hocalarından ünlü hattat Abdülhalim Özyazıcı’dan rik’a dersi aldım. Öte yandan merhum Muhammed Hamidullah hocanın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde haftada iki gün verdiği konferansları takip ederdim. Sultanahmet’teki Firuzağa Camii’nde imam olan ve Enstitü’de bizden bir sınıf ileride bulunan Bekir Topaloğlu’nun Sultanahmet’teki meşrûtasında bir grup arkadaşla birlikte Beyzâvî Tefsiri okuduk.
YİE’den mezuniyeti ve duyguları
M. ÖCAL: Ve bir gün geldi Yüksek İslâm Enstitüsünden de mezun oldunuz. İmam-Hatip Okulundaki başarınızı Yüksek İslâm Enstitüsünde de devam ettirebildiniz mi? Yani Enstitüyü de derece ile bitirebildiniz mi?
M. Y. KANDEMİR: Hatırımda kaldığına göre, dördüncülüğü merhum arkadaşım Ahmet Gürtaş’la paylaşmıştık.
M. ÖCAL: Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun olurken “Mezuniyet Töreni” de yapılmıştır herhalde. O günlerinize dönseniz ve hatırlayabildiğiniz kadarıyla duygularınızı ifade etmek isteseniz, neler söylemek istersiniz?
M. Y. KANDEMİR: Biz ikinci dönem mezunları idik. Mezuniyet törenimizde tahsilimizi tamamladığımız için sevindik. Yatılı okuyanların çok iyi bileceği üzere, sevdiklerimizden ayrılmanın üzüntüsünü hissettik.
Biraz önce de belirttiğim gibi, ben İmam-Hatip Okulu’nun lise kısmına geçince evlenmiştim. Ailemin geçimine katkım olsun diye zaman zaman bir yerlerde çalışmış veya evde kendime göre bir şeyler yapmıştım. Fakat esas itibariyle babamın yardımıyla okumuştum. Babam o mahdut maaşıyla hem beni okutmuş hem çocuklarıma bakmıştı. Artık benim de bir maaşım olacaktı. Bu benim için çok önemliydi.
Sevincimin bir sebebi de, hayal ettiğim hizmet imkânı nihayet önümde açılıyordu. Öğretmen olacaktım. Acaba öğretmenliği lâyıkıyla yapabilecek miydim? Esasen bu sancıyı ömrüm boyunca hissettim.
Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldukları gün mezuniyet belgeleriyle. (1964)
Soldan sağa (oturanlar): M. Yaşar Kandemir, Halil İbrahim Şener
Ayaktakiler: İrfan Şentürk, (?) , Şükrü Arıkan, Ahmet Gürtaş.
Yüksek İslâm Enstitüsü diploması.
MESLEKİ HAYATI
Sivas İmam-Hatip Okulu öğretmenliği
M. ÖCAL: Muhterem Hocam, artık hayatınızın çok önemli bir dönüm noktası geride kaldı yani öğrencilik dönemi sona erdi, öğretmenlik / hocalık dönemi bir başka ifade ile hizmet dönemi başladı. İlk olarak nerede ve ne görevi yaptınız?
M. Y. KANDEMİR: Yüksek İslâm Enstitüsü’nü yatılı okuduğum için mecburi hizmetim vardı. 1964’te çektiğim kur’a sonucu Sivas İmam-Hatip Okulu’na öğretmen tayin edildim.
M. ÖCAL: Peki, yüksek tahsilini henüz tamamlamış ve hizmet aşkı ile dolu Mehmet Yaşar Kandemir Sivas’a giderken ne tür duygu ve heyecan içerisindeydi? O günlerdeki duygu ve düşüncelerinizden bir kesit anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Talebe yetiştirmek, arkadaşlarımın ve benim en büyük emelimizdi. Hep bunu konuşur, hayaller kurardık. Milletimiz bizden hizmet bekliyordu. Onlar bizi okutmuş, şimdi de bizden çocuklarını okutmamızı ve kendileriyle ilgilenmemizi bekliyorlardı. Bize göre İmam-Hatip Okulu bu millete en büyük hizmeti verecek bir ilim yuvasıydı. Talebeleri de, bizim gibi köylü çocuklarıydı. Bütün derdimiz onları en iyi şekilde yetiştirmek olmalıydı. O zamanlar İmam-Hatip Okulları henüz gerektiği gibi tanınmıyor, lâyık olduğu ilgiyi görmüyordu. Herkes buradan yetişen insanların ne kadar muhtevalı, vatanına ve milletine hizmet aşkıyla dolu olduğunu görmeliydi. Bunun için de kendimizi daha iyi yetiştirmeliydik. Daha çok okumalı, öğrencilerimize ve halkımıza mükemmel örnek olmalıydık.
M. ÖCAL: Sivas’ta göreve başlarken neler umdunuz, nelerle karşılaştınız? Oradaki öğretmenlik döneminizle ilgili bir hatıranızı anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Yozgat İmam-Hatip Okulu’ndaki Ankara İlâhiyatlı ilk hocamız Numan Kurukafa (Duruöz), o tarihlerde Sivas İmam-Hatip Okulu müdürlüğüne atanmıştı. Orada idari açıdan uygun bir ortam vardı. Bu okula, hem ortaöğretimden hem yüksek tahsilden sevgili sınıf arkadaşım ve hemşerim Nurettin Doğrutekin ile beraber gitmiştik. Merhum hocamız bizi, iki talebesini karşısına aldı ve yeni bir muavin alacağını, hangimiz arzu ediyorsa onu görevlendireceğini söyledi. Biz de Nurettin Bey ile konuşarak onun bu görevi kabul etmesini kararlaştırdık. Öte yandan öğrencilerimle çok iyi kaynaştık. Onlar benim ilk gözağrımdı. Esasen öğrenci, kendisinin iyi yetişmesi için gayret eden ve kendine iyi şeyler öğreten hocayı tanır ve sever. Yıllarca birbirimizi unutamadığımız öğrencilerim oldu.
Diğer orta dereceli okullarda da din bilgisi öğretmenliği yaptım. Kız Enstitüsünde (Kız Meslek Lisesinde) bir grup hoca hanımla birlikte Kur’an okumaya başladık. Hem Kur’an’ı hem de Hasan Basri Çantay merhumun meâlini okuyorduk. Onlarla birlikte Kelâm-ı Kadîm’i hatmetmenin sevincini yaşadık.
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Hadis Asistanlığına başlaması
M. ÖCAL: Sayın Hocam, Sivas’ta 3 yıl devam eden İmam-Hatip Okulu Meslek Dersleri Öğretmenliğinizden sonra mezunu olduğunuz İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne Hadis Asistanı (son yıllardaki deyimle; Araştırma Görevlisi) olduğunuzu biliyoruz. Nasıl bir imtihandan geçerek asistan oldunuz? Ayrıca sizi imtihan eden hocalarınız kimlerdi?
M. Y. KANDEMİR: İki dil imtihanı yapıldı; Arapça ve yabancı dil (Fransızca). Arapça jürisinde merhum hocalarımız Ahmet Davutoğlu ve Bekir Sadak Beylerin bulunduğunu hatırlıyorum. Diğerleri kimlerdi bilemiyorum. Fransızca jürisinde de ünlü Fransızca hocamız merhum Şahap Şimay vardı.
Fransızca Hocaları Şahap Şimay
M. ÖCAL: “Şahap Şimay Hocanız için “ünlü Fransızca hocamız…” ifadesini kullandınız. Bu rahmetli hocanızla ilgili çok şeyler anlatılır. Anlatılanların belki aslı var, belki yok. Yahut da ağızdan ağza, kulaktan kulağa nakledilirken birtakım değişikliklere uğramıştır. Onun için ben, bize kadar ulaşan ‘haberleri’ hikâye etmeyeyim, lütfen siz anlatın. Ünü günümüze kadar gelen bu hocanızın özelliği neydi?
M. Y. KANDEMİR: Şahap Bey İstanbul’un tanınmış liselerinde öğretmenlik yapmış ciddi bir hocaydı. Fransızcayı çok güzel öğretirdi. ‘Ona önce Arapçayı öğretmeli, sonra da ondan öğrenmeli’ derdik. Fransızcada başarısız oldukları gerekçesiyle bizim sınıftan beş arkadaşımızın kaydının silinmesine sebep olmuştu. Bu olay bizleri çok üzmüştü.
Ben Fransızcaya meraklı bir öğrenciydim. Hocamız imtihanlarda, bana ve durumlarını iyi bulduğu diğer arkadaşlara okuttuğu yerlerden değil, okutmadığı yerlerden sorardı. O zamanlar Fransız veya Belçikalı bazı öğrencilerle mektuplaşırdım. Anlamadığım ifadeleri kendisine sorduğum zaman, beni, bizden bir sınıf ileride bulunan Cevat Akşit’e (sonradan Prof. Dr. oldu) gönderirdi. Onun bana yardımcı olacağını söylerdi.
Tez danışman hocası ve tez konusu
M. ÖCAL: Asistanlık imtihanını kazandıktan sonra Yüksek İslâm Enstitüsü hocalarından birinin danışmanlığında mı, yoksa bir üniversite öğretim üyesi olan hocaya bağlı olarak mı tez yaptınız? Danışman Hocanız kimdi?
M. Y. KANDEMİR: 1960 ihtilâlinde İstanbul Üniversitesi’nden ihraç edilenlerden birkaç hoca İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne tayin edilmişti. Bunlardan biri de Eski Türk Edebiyatı Profesörü Abdülkadir Karahan’dı. Doçentlik tezi “İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis” olduğu için Hadis ve Edebiyat hocalığına uygun görülmüştü. Danışman hocam o idi.
M. ÖCAL: Tezinizin konusu ne idi? Teziniz tamamlandıktan hemen sonra veya daha sonraki zaman dilimi içerisinde kitap olarak yayınlandı mı? Yayınlanmışsa, hangi isimle ve hangi yayınevince?
M. Y. KANDEMİR: Tezimin konusu ‘Mevzû Hadisler’ idi. 1970’de tamamlandı. Bu çalışmam 1975’te Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ‘Mevzû Hadisler (Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi)’ adıyla yayınlandı.
M. ÖCAL: Tez danışman hocanızın tutum ve davranışları daha doğrusu rehberlik yapma anlayışı hakkında bir açıklama yapar mısınız? Size gerçekten rehberlik yapabildi mi yoksa resmen kendisi danışman olmakla birlikte çalışmanızı kendi kendinize mi yürüttünüz?
M. Y. KANDEMİR: Danışmanım, Yüksek İslâm Enstitüsü’nde talebe olduğumuz yıllarda da hadis hocamızdı. Sahası Hadis olmadığı için yolumu kendi kendime çizmek zorundaydım. O tarihlerde Enstitümüzde hoca olan Prof. Muhammed b. Tâvît et-Tancî’den ve onun pek değerli kütüphanesinden çokça faydalandım. Danışmanımın hiç değilse metod olarak beni tenkit etmemesi için, onun adı geçen çalışmasını harfiyen kendime örnek almıştım
Doktora tez çalışması esnasında yaşadığı sıkıntılar ve Asistanlık ve Doktora danışman hocalarının farklı tavır ve davranışları
M. ÖCAL: Hocam İstanbul’da YİE asistanlık tezinizi tamamladıktan sonra Kayseri YİE’ne atandınız değil mi? Bu arada daha İstanbul’da iken doktora tezi yapmaya da başlamıştınız. Burada öncelikle merak ettiğim ve öğrenmek istediğim bir husus var:
Siz İHO ve YİE mezunusunuz. O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığına bağlı her tür yüksek okuldan mezun olanlara ve bu arada tabii Yüksek İslâm Enstitüsü mezunlarına doktora yapma hakkı ve imkânı verilmiyordu. Doktora yapmak için mutlaka Fakülte mezunu olmak gerekiyordu. Şayet sizin gibi yüksek okul bitirmiş bir kişi doktora yapmak isterse ikinci bir yüksek öğrenimden yani fakülteden de mezun olup diploma alması gerekiyordu değil mi? Ama siz ikinci bir fakülte okumadığınız halde doktora yapmaya başladınız ve tamamladınız. Bu nasıl oldu, açıklar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: 1960 yılı Haziran’ında Yozgat İmam-Hatip Okulu’nu bitirmiştim. Aynı yıl; ‘Şayet Yüksek İslâm Enstitüsü imtihanını kazanamazsam bir başka fakülteye gidebilirim’ düşüncesiyle bir de lise diploması almaya karar verdim. Aynı yılın Eylül ayında Yozgat Lisesinde dışarıdan fark derslerinin sınavlarına yani ‘lise bitirmelerine’ katıldım. O zamanlar, herhangi bir meslek okulunu bitirdikten sonra bir de düz liseden mezun olup diploma alabilmek için 13 (onüç) dersten fark imtihanı veriliyordu. Girdiğim sınavların 12’sinde başarılı oldum, sadece Fizik dersinde başarılı olamadım. Ondan sonra Yüksek İslâm Enstitüsü imtihanını kazanınca lise diploması almaya gerek kalmamıştı. Ben de, diploma koleksiyonu yapmak gibi bir fantezim olmadığı için kalan bir dersin imtihanına girmemiştim.
Tam yedi sene sonra, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde asistan olduğum yılda, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, ‘lise mezunu olmak kaydıyla Yüksek İslâm Enstitüsü mezunlarına doktora yapma hakkı’ tanıdı. O güne kadar bize bu hakkı Ankara’daki tek İlâhiyat Fakültesi bile tanımamıştı. Bütünlemeye kaldığım Fizik dersini vermek üzere kaydımı İstanbul Vefa Lisesi’ne aldırdım ve orada girdiğim sınavda başarılı olarak 1967’de Yozgat Lisesi’nden diplomamı aldım. Bu şekilde doktoraya başlama hakkını elde etmiş oldum.
M. ÖCAL: Doktoraya ne zaman, nasıl başladınız? Danışman hocanız kimdi ve hangi fakültede öğretim üyesi idi?
M. Y. KANDEMİR: Liseden diploma aldığım yıl (1967) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Filolojisi’nde açılan doktora imtihanına katıldım. Bu bölümün başkanı, 1966-1967 yıllarında iki yıl süreyle İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü müdürü olan Prof. Dr. Nihad M. Çetin hocamızdı. O vakitler doktora dil imtihanını, doktorayı yaptıracak olan bölüm yapıyordu. İmtihanı kazandıktan sonra merhum Nihad hocamdan tezimi aldım.
M. ÖCAL: Tezinizi Arap Dili ve Edebiyatından mı yapmaya başladınız? Ayrıca tez konunuz neydi?
M. Y. KANDEMİR: Evet, tezimi Arap Dili ve Edebiyatı’ndan yaptım. Tezimin adı ‘el-Kadı İyâz ve Buğyetü’r-râid fîmâ fî hadîsi Ümmi Zer’ mine’l-fevâid’ idi. ‘Ümmü Zer’ hadisi’ diye meşhur olan ve Arapçada pek az kullanılan kelimelerle söylenen bu oldukça uzun hadisi, Kadı İyâz, adı geçen eserinde tamamen edebî açıdan ele alıyordu.
M. ÖCAL: Siz Kayseri YİE’de hoca ve bendeniz de öğrenciniz idim. Doktora tezinizi yazmış, hocanıza gönderecektiniz. Tezinizi beraber paket yapmıştık. Hatta yanlış hatırlamıyorsam postaya da ben vermiştim. Paketlemeyi yaparken şöyle bir cümle kullandığınızı hatırlıyorum: ‘Hoca şimdiye kadar kimsenin tezini ilk yazışta yeterli ve başarılı bulmamış ve hep reddetmiş ama bakalım benim tezime ne diyecek?!..’ Yine yanlış hatırlamıyorsam siz ondan sonra askere gitmiştiniz. Teziniz o zaman kabul edildi mi? Bu konuda sıkıntılar yaşadığınızı duymuştuk…
M. Y. KANDEMİR: O zaman hocama gönderdiğimiz şey tezimin bir bölümü olmalıdır. Çünkü diğer bölümleri daha sonraları yazma imkânı bulmuştum. Hocam gerçekten çok titiz bir insandı. Türkçeyi çok güzel kullanırdı. Hem konuşmaları hem yazıları fevkalâde nefisti. Bir doktora öğrencisine tezini beş defa yazdırdığını öğrenmiştim. Daha sonraları etrafındakilere benden söz ederken; ‘kendisini hiç yormadığımı’ söylerdi. Doktora tezime başladığım yıl, Yüksek İslâm Enstitüsü’nde de asistanlığa başladığım için iki tezi birden yapma imkânım olmadı.
Ayrıca Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kendisinden Mevzû Hadisler adlı tezimi yaptığım hoca, ‘bir Hadis Usûlü’ kitabı yazacağını söyleyerek benden, kendisi için, Subhî Sâlih’in Ulûmü’l-hadîs ve mustalahuhû adlı 400 sayfaya yakın kitabını Arapça’dan tercüme etmemi istediği için de doktoraya çalışacak zamanı bulamıyordum. Asistanlığı tamamlayınca, sonradan Din Eğitimi Genel Müdürlüğü’nün bir şube müdüründen öğrendiğime göre, YİE’deki Asistanlık tezimi yaptıran hocam (Abdulkadir Karahan) Ankara’ya Din Eğitimi Genel Müdürlüğü’ne giderek benim; ‘Hadis sahasında iyi yetişmediğimi, İstanbul’da hocalık yapacak durumda olmadığımı, İstanbul dışındaki bir Yüksek İslâm Enstitüsü’ne tayin edilmemin isabetli olacağını’ söylemiş. Bu sebeple beni Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü’ne tayin etmişler. O zamanlar 31 (otuzbir) yaşını tamamlamayan öğretmenleri askere almıyorlardı. Çok ısrar etmeme rağmen beni de almadılar. Bu sebeple bize Kayseri yolu göründü.
Kayseri’de hocalık yaparken, doktora tezime de çalışıyordum. Ankara İlâhiyat Fakültesi’ne Profesör Muhammed b. Tâvît et-Tancî Bey ile zaman zaman tezim hakkında görüşmek üzere gitmem gerekiyordu. Çünkü merhum Tancî hoca kendisinin neşretmeyi düşündüğü bir eseri, üzerinde doktora yapmam için bana vermiş, tez danışmanım Nihad Çetin Bey de müşküllerimi Tancî Bey ile görüşüp halletmemi tavsiye etmişti. Bu sebeple zaman zaman Ankara’ya gitmem icap ediyordu. Bu gidip gelmelerim Enstitü idaresince hoş karşılanmadı. Hakkımda soruşturma bile açılmıştı. Sözünü ettiğin sıkıntılardan birinin konusu bu idi.
M. ÖCAL: Sizin mizacınızı ve yapınızı bilenler biliyor. Sonraki yıllarda sizin yüksek lisans ve doktora öğrencilerinize hocanız gibi olumsuz davranmadığınızı veya güçlük çıkarmadığınızı çok iyi biliyoruz ama yine de bu konuda, yani yüksek lisans ve doktora öğrencilerinize nasıl davrandığınız konusunda bir şeyler söylemek ister misiniz?
M. Y. KANDEMİR: Öğrencilerimden kendim adına hiçbir şey istememişimdir. YİE asistanlık yıllarında tez danışmanının İstanbul Radyosu’nda yaptığı konuşmaları bile evinden alarak radyoya götürmek durumunda olan birinin öğrencilerinden kendi nâmına hizmet beklemesi doğrusu pek abes olurdu. Bu konuda asistanlık dönemi hocamı değil, doktora danışmanım Nihad Çetin Bey’i kendime örnek almaya gayret ederdim. Çünkü Nihad Hoca, talebelerinden hizmet beklemez, kendisi onlara hizmet ederdi. Ben de öyle yapmaya çalıştım.
1977 yılında İ. Ü. Edebiyat Fakültesinden aldığı doktora diploması.
Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Hocalığı dönemi
M. ÖCAL: Hocam, Doktora çalışmasından bahsederken yer yer Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünün de adı geçti. Siz burada iki yıl veya daha fazla süre ile Hadis ve İslâm Ahlâkı Hocalığı yaptınız. Orada benim de hocam oldunuz. Siz, Kayseri’deki öğrenciliğimiz döneminde en çok istifade ettiğimiz hocalarımızdan birisi idiniz, Allah razı olsun…
Sayın Hocam, ‘Sizin hadis sahasında iyi yetişmediğinizi ve İstanbul’da hocalık yapacak durumda olmadığınızı bunun için İstanbul dışındaki bir Yüksek İslâm Enstitüsü’ne tayin edilmenizin isabetli olacağını’ söyleyen asistanlık danışman hocanız Prof. Dr. Abdulkadir Karahan’dı değil mi? Onun bu tavrını ve sözlerini öğrendiğinizde sizin tepkiniz ne veya nasıl oldu? Sonradan hoca ile karşılaştığınız bir yer ve zamanda bu husus gündeme gelmişse bunu nasıl izah etti?
M. Y. KANDEMİR: Bu bilgiyi bana Din Eğitimi Genel Müdürlüğü’nde şube müdürü olan bir zat vermişti. Bunu öğrendiğimde doğrusu pek de şaşırmamıştım. Karşılaştığımızda bu konuyu sorma isteğini ve ihtiyacını ise hiç duymadım.
M. ÖCAL: Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü malum olduğu üzere İstanbul’dan 6 yıl sonra 1965’te açılmıştı. Siz ise 1970 yılında hoca olarak geldiniz. Yani siz oraya geldiğinizde henüz 6 yıllık bir Enstitü idi. İstanbul’da okumuş, üç yıl aradan sonra tekrar yuvaya dönmüş ve üç yıl da asistanlık yapmış yani İstanbul’u ve oradaki YİE’nü çok iyi bilen bir hoca olarak Kayseri’ye atandınız. Oraya yani Kayseri’ye giderken elbette ki İstanbul şartlarını ve imkânlarını bulamayacağınızı biliyordunuz. Ama yine de birtakım hayalleriniz ve beklentileriniz olmuştur. Kısaca ifade etmem gerekirse; Kayseri şehri ve YİE için ‘ne umdunuz, ne buldunuz yahut bulamadınız?’
M. Y. KANDEMİR: Bir hoca için önemli olan talebesidir. Her yerde talebe, işini ciddî yapan ve yetişmesine faydalı olan hocayı sever. Kayseri’de de talebe ile iyi anlaştık. Ayrılırken hüzünlendik. Şartlar daha iyi olsaydı, belki daha güzel çalışmalar yapardık. Bir de şunu söylemeliyim: Her gittiğim yerde halktan, haftada bir kendileriyle buluşup Kur’ân-ı Kerîm ve meâlini okuyarak sohbet ettiğim bir grubum olmuştur. Kayseri’de de birbirimizi çok sevdiğimiz böyle bir genç arkadaş grubumuz vardı. Onlarla da faydalı zamanlar geçirdik.
M. ÖCAL: Sayın Hocam, Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünde görev yaparken istekli ve gönüllü bazı arkadaşlara yardımcı olmak için Enstitü çatısı altında özel -parasız- Hadis kursu vermeye başlamıştınız. Ancak Enstitü yöneticilerinden bazıları bunu duyunca mani oldular. Bunun üzerine siz Enstitü dışında kurs vermeye başladınız, yöneticiler onu haber alınca ondan da menetmek istediler. Bundan dolayı yanlış bilmiyorsam soruşturma dahi geçirmiştiniz. Eğer mahzuru yoksa anlatır mısınız; bu kurs meselesinin aslı ne idi, nasıl başladınız? Yöneticiler neden rahatsız oldular? Olaylar nasıl bir süreç takip etti? Sonra nasıl sonuçlandı?
M. Y. KANDEMİR: Dediğin olaylar oldu. Ama teferruatını unuttum. Bu soruyu geçelim.
M. ÖCAL: Sayın Hocam az önce yönelttiğim soruya karşılık “olayların teferruatını unuttuğunuzu” söyleyerek “bu soruyu geçelim” dediniz, haklısınız. Aslında sizin bu sorunun cevabını hatırladığınızdan eminim ama edebiniz ve sizin çok daha iyi bildiğiniz “şahsımıza yapılan iyilikleri daima hatırlamamız, kötülükleri ise unutmamız” gerektiği tavsiyesine uygun bir anlayış sahibi olduğunuz için o günleri hatırlamak ve o olayları anmak istemiyorsunuz. Ben de sizin bu anlayışınıza saygı duyduğumu belirtiyor ve bir başka konuya geçiyorum.
ASKERLİK DÖNEMİ VE “GÖNÜL DOKTORU” ADLI ROMAN DENEMESİ
Askerlik görevine başlaması ve “Gönül Doktoru” adlı romanı yazması
M. ÖCAL: Sayın Hocam, gelelim askerlik günlerinize. Kayseri’deki göreviniz devam ederken 1972 yılında askere gittiniz. Nerede, ne kadar süre ile askerlik yaptınız?
M. Y. KANDEMİR: Kayseri’den Tuzla Piyade okuluna gittim. Oradaki altı aylık eğitim döneminden sonra Edirne Lalapaşa Hudut Bölüğü’nde askerliğimi tamamladım.
M. ÖCAL: Askerlik görevinizi ifa ederken erler veya subaylara yönelik ders vermek, Cuma ve vakit namazları kıldırmak gibi dinî hizmetleriniz de oldu mu? Yahut başka türlü hizmetler yaptınız mı?
M. Y. KANDEMİR: Çok kıymetli bir bölük komutanım vardı. O zamanki unvanıyla Üsteğmen Ahmet Çekmegil. Daha sonraları Yarbay olarak emekli oldu. Onunla uzun uzun dinî sohbetler yapardık. Dinî konulara pek meraklıydı. Kur’ân-ı Kerîm, hatta Arapça okumaya bile başlamıştık. Cuma günleri halka yönelik sohbet, o günün şartlarında pek uygun görülmemişti.
M. ÖCAL: Muhterem Hocam, çok iyi bildiğiniz gibi, 12 Mart 1971’de askerler dönemin hükümetine bir muhtıra vermişti. Bunun üzerine Başbakan Süleyman Demirel ve dolayısıyla hükümet istifa etmişti. Ondan sonra kurulan emekli asker + bürokrat karışımı hükümet döneminde İmam-Hatip Okullarının orta kısımları kapatılmıştı. Lise kısmı da 3 yıllık iken 4 yıla çıkarılmıştı. İHO’na artık 5 yıllık ilkokuldan değil, ortaokul mezunlarından öğrenci alınacaktı. Bu uygulama öğrenciler ve veliler üzerinde olumsuz etki yapmış ve İHO’na gelen öğrenci sayısı son derecede azalmıştı. Her İmam-Hatipli ve her dindar insan gibi İHO’nun bu durumu sizi de etkilemiş olmalı ki, ortaokul mezunu çocukları bu okullara özendirmek için askerlik günlerinizde “Gönül Doktoru” adlı bir roman denemesi yapmıştınız. Ben o roman denemenizi belki de ilk okuyanlardanım. Din Bilgisi öğretmeni iken öğrencilerime de çokça okutmuştum.
Bu kadar açıklamadan sonra size yöneltmek istediğim soru şu; böyle bir roman yazma düşüncesi nereden aklınıza geldi ve nasıl yazdınız?
M. Y. KANDEMİR: İmam-Hatip Okulları bizim her şeyimizdi. Hasretini çektiğimiz neslin orada yetişeceğine bütün gönlümüzle inanıyorduk. Mesâimizin önemli bir kısmını bu okullarda okuyan öğrenciler için harcıyorduk. Onların müfredat programıyla ilgileniyorduk. İnandığımız değerleri onlara iletmek ve onları birer idealist olarak yetiştirmek, birbiriyle irtibat kurmalarını sağlamak için Nesil adlı bir de dergi çıkarıyorduk. Öğrencilerin önlerini açmak için devrin siyâsîleri ile görüşüyorduk. Gayet güzel özetlediğin gibi bu okulların orta kısmı kapatılınca beynimize balyoz yemiş gibi olduk. Çünkü biz bir zamanlar bu okullara talebe kazandırmak için köy köy dolaşmış, velilere “Çocuklarınızı İmam-Hatip Okulu’nda okutun” demiştik.
Okullarımızın orta kısımları kapatılınca, bu okullara yeni talebeler bulmak ümidiyle her birimiz elimizden gelen gayreti göstermeye çalıştık. Senin de dediğin gibi, o sıralarda Edirne’de Lalapaşa hudut bölüğünde asteğmen olarak askerlik görevimi yapıyordum. Benim aklıma da ortaokul mezunlarını İmam-Hatip Okullarına yönlendirmek için bir roman yazmak fikri geldi. O yıl ilkokulu bitiren oğlum Seyit Ahmet’in İmam-Hatip Okulu’na gidemeyeceğinin üzüntüsü de vardı. O yıl okullar tatil oluncaya kadar ailemi yanıma getiremeyecektim. Akşamları zamanım vardı. Üsteğmenimin bana olan sevgisi ve müsamahası sayesinde huzurlu bir askerlik yapıyordum. Halka hizmet etmeyi seven, Peygamber Efendimizi kendine rehber alan başarılı bir köy imamının hayatından çeşitli tablolar sunan Gönül Doktoru roman denemesi böyle doğdu.
M. ÖCAL: Gönül Doktoru kaç baskı yaptı ve toplam ne kadar basılmış oldu?
M. Y. KANDEMİR: Bu romanın kaç defa baskı yaptığını doğrusu ben de unuttum. Biliyorsunuz, şimdi 1000 adet kitap bir baskı sayılıyor. Gönül Doktoru’nu yıllarca Diyanet İşleri Başkanlığı bastı. Her baskının kapağında o kitabın daha önce kaçar adet basıldığı yazılırdı. Hatırladığım kadarıyla bu baskılardan birinde bu kitabın daha önce beş, altı defa onar bin, bir defa da yirmi bin basıldığı yazılmıştı.
M. ÖCAL: Bu ifadenize göre romanın baskı adedi yüzbini bulmuş belki de geçmiş demektir. Gönül Doktoru’na karşı olan ilgi o günlerin ihtiyacından kaynaklandığı kadar şüphesiz ki sizin bu konudaki ihlâs ve samimiyetinizin de payı büyüktür.
Peki Sayın Hocam, Gönül Doktoru’nu okuyanlardan aldığınız bir tepki veya son zamanlardaki deyimle “geribildirim” örneği verir misiniz? Meselâ; Gönül Doktoru’nu okuyarak etkisinde kalıp İmam-Hatip Okuluna giden ve yıllar sonra bir meslek sahibi olarak karşınıza çıkıp teşekkür eden oldu mu? Yahut sizi memnun eden, duygulandıran başka bir örnek olay anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Bu yıl (2006’da) karşılaştığım bir olayı anlatayım. Kutlu doğum haftası dolayısıyla özel bir liseye sohbet etmeye gitmiştim. Edebiyat hocası genç bir hanım öğretmen karşıma gelip oturdu. Şikâyet eder gibi bir eda ile;
“- Siz benim tıp tahsili yapmama engel oldunuz” dedi.
Önce kendimi suçlu hissettim.
“- Bu nasıl oldu?” diye merakla sordum.
Babasının kütüphanesinde Gönül Doktoru’nu görüp okumuş. Çok etkilenmiş, ardından tıp doktoru değil, “gönül doktoru olmaya” karar vermiş. Bu sevgili hoca hanım, Eyüp Sultan Camiinde halka yönelik haftalık Şifa-i Şerif derslerimin de gediklilerindendir. İmam-Hatip Lisesi mezunu olduğu için dersi Arapça metninden takip eder.
Askerlik döneminin bir hatırası. (1973)
“28 Şubat Süreci” ve yeniden “Gönül Doktoru”
M. ÖCAL: Sayın Hocam, malum olduğu üzere askerlerin / ordunun, 1997 yılının Şubat ayının 28’inde dönemin hükümetine karşı bir tavrı oldu. Her ne kadar 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’deki gibi askerler fiilen hükümeti istifa ettirip, mensuplarını tutuklayıp, kendileri Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlık koltuklarını paylaşmamışlarsa da el altından devlete ciddi müdahalede bulundular ve bu şekilde devleti yönetmeye veya belli istikamete doğru yönlendirmeye çalıştılar. Bu olaylar yakın tarihimize “28 Şubat süreci” olarak geçti.
Bu gelişmeden sonra yeni bazı kanunlar çıkarıldı. Çıkarılan kanunların en önemlilerinden biri bizim alanımızı ilgilendirmektedir. 18.08.1997 gün ve 23084 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 4306 sayılı kanunla ortaokullar kaldırıldı ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçildi. Bu şekilde orta kısmı olan diğer mesleki ve teknik liseler gibi İmam-Hatip Liselerinin de orta kısımları fiilen kapatıldı ve öğrenci akışı iyice azaldı. Böylece bütün mesleki ve teknik liseler çok ciddi bir darbe yemiş oldu. Ancak bu darbe ile yetinilmedi arkasından daha önemli bir darbe daha geldi. Şöyle ki:
Bildiğiniz gibi, 1973 tarih ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu gereği bütün lise ve meslek lisesi mezunları eşit şartlarda üniversite sınavlarına giriyor, aldıkları puanlara göre üniversitelerin bütün fakülte veya bölümlerine kayıt hakkı kazanabiliyorlardı. Ancak, 1999 yılında Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) bir karar aldı. Bu karara göre; düz lise çıkışlılar üniversiteye girerken ortaöğretim başarı puanları 0.5 ile meslek lisesi mezunlarınınki ise 0.2 ile çarpılarak hesaplanmaya başlandı. Bu hesaplama ile düz lise mezunlarının puanları 30 puan civarında artırılmış, bir başka ifade ile meslek liseleri mezunlarının puanları 30 puan civarında eksiltilmiştir. Buna karşılık; bir meslek lisesi mezunu kendi ilgi alanı doğrultusunda tercihte bulunursa meselâ; bir İHL mezunu İlâhiyat Fakültesini tercih ederse ancak o zaman orta öğretim başarı puanı 0.5’le çarpılarak hesap edildi. Bu yöntemle İHL mezunları yalnızca İlâhiyat Fakültesine girebildiler. Bu uygulama yöntemiyle, hem anayasanın 42. maddesinde yer alan “eğitimde fırsat eşitliği” ilkesi ve hem de Milli Eğitim Temel Kanunu ihlal edilmiştir. Çünkü yıllardan beri uygulamada olan bütün lise ve meslek lisesi mezunlarının eşit şartlarda üniversiteye giriş hakları ellerinden alınmış ve meslek lisesi mezunları zoraki olarak ve yalnızca kendi ilgi alanlarına yönlendirilmiş oldu.
Buna rağmen çok çalışan bazı meslek lisesi mezunları, özellikle İmam-Hatip Lisesi çıkışlılar aradaki puan farkını kapatarak üniversiteye girmeyi başarınca YÖK tarafından 2003’te yeni bir düzenleme daha yapıldı. Bu yeni düzenlemeye göre, düz lise mezunlarının orta öğretim başarı puanları 0.8’le meslek lisesi çıkışlılarınki ise 0.3’le çarpılmaya başlandı. Bu hesaplama yöntemiyle aradaki puan farkı 50’ye kadar çıktı. Netice itibariyle üniversitelere girişte meslek liseleri mezunlarının kendi ilgi alanı dışındaki fakülte ve bölümlere girmeleri imkânsız hale getirildi. Bütün bu gelişme ve uygulamalar İmam-Hatip Liselerine öğrenci akışını durdurdu. Hatta 50-60 kadar İHL öğrencisizlik(!) sebebiyle kapandı. Kapanmayanlar da devşirme yoluyla köylerden kasabalardan öğrenci toplanmak suretiyle ve adeta sun’i teneffüsle yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Esasen sizin de çok iyi bildiğiniz bu gelişmeleri niçin özetledim?
Birincisi; bir gün gelir bu olaylar unutulur ve özellikle genç nesiller hatırlamayabilir. Onlara kısa ve özet bir bilgi olsun ve aynı zamanda bu mülakatı okuyacak gelecek kuşakların sorduğum ve soracağım sorular ve sizin cevaplarınızla ne demek istediğimizi iyi anlasınlar diye…
İkincisi ve asıl sebebi ise; Gönül Doktoru’nu yeniden canlandırmayı ve yeni baskılar yapmayı düşünmüyor musunuz?… diye sorabilmek için… Evet Sayın Hocam, Gönül Doktoru için yeni baskılar yapılmadı mı, yaptırmayı düşünmüyor musunuz? Yoksa baskılar peş peşe devam ediyor da benim bilgim mi yok?
Bir üçüncüsü ise; şayet sizde, ‘Gönül Doktoru vaktiyle yeterince maksada hizmet etti, artık aynı kitapla maksat gerçekleştirilemez’ düşüncesi gelişmişse, yeni ve benzer bir kitap yazmayı düşünmez misiniz?
M. Y. KANDEMİR: Gönül Doktoru halen basılıyor. Diyanet Yayınevi’nden sonra birkaç yayınevi daha devreye girdi. En son Nesil Yayınları basıyor. Ama bu kitabım eskiden olduğu kadar çok okunmuyor. Aslında onun yazıldığı ortamın şartları bugün aynen, hatta fazlasıyla mevcut. Demek ki onu yeni nesillere tanıtmak gerekiyor. Artık yeni bir roman yazmayı düşünmüyorum.
Gönül Doktoru’nun yazılış sebeplerinden biri de, roman üslûbuyla Peygamber Efendimize ve onun hadislerine ilgiyi artırmaktı. Şimdi bu işi doğrudan yapmaya çalışıyorum. Bu tür kitaplar da büyük ilgi görüyor. Özellikle, her evde bulunmasını istediğim, Beni Seven Peygamberim adlı kitabım.
İSTANBUL YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜ HOCALIĞINA DÖNÜŞÜ
İstanbul YİE’nde hocalık görevine başlaması
M. ÖCAL: Sayın Hocam, verdiğiniz bilgiler ve yaptığınız açıklamalar için teşekkür ediyorum. Şimdi gelelim askerlik sonrası görevinize… Askerlik sonrası nerede görev aldınız?
M. Y. KANDEMİR: Askerlik sonrası 1974 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne Hadis ve İslâm Ahlâkı hocası olarak atandım.
M. ÖCAL: Anlaşılan, biraz önce bahsettiğiniz hocanızın “İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde görev yapamaz” şeklindeki indî mütalaasının bir anlamı kalmamış veya bunun bir yanlış yahut kasıtlı beyan olduğu anlaşılmış olmalı ki hakkınızdaki o şerh(!) kaldırılmış ve siz İstanbul’a dönmüşsünüz. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?
M. Y. KANDEMİR: O devir tuhaf bir devir, hocamız garip bir adamdı. Bu kadar söylemekle yetinelim.
Yüksek İslâm Enstitüsünden İlâhiyat Fakültesine dönüşün getirisi-götürüsü
M. ÖCAL: Hocam, vaktiyle öğrencisi olduğunuz, sonradan asistanlık dönemini geçirdiğiniz yuvanıza tekrar döndünüz. 1974’ten 1982 yılına kadar 8 yıl boyunca Yüksek İslâm Enstitüsü döneminde öğretim üyesi olarak görev yaptınız. 1982’de Yüksek İslâm Enstitüleri İlâhiyat Fakültesi adıyla üniversitelere bağlandıktan sonra da emekli oluncaya kadar görevinizi burada (Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde) devam ettirdiniz. Burada öncelikle şunu öğrenmek istiyorum:
Size göre; Yüksek İslâm Enstitüsünden İlâhiyat Fakültesine dönüşün getirisi nedir, götürüsü nedir? Bunu da üç açıdan ele alıp değerlendirmeniz gerekirse düşünce ve kanaatlerinizi ayrı ayrı belirtir misiniz?
İlk olarak; öğrenciler açısından İlâhiyat Fakültesi olmak neler kazandırdı, neler kaybettirdi?
M. Y. KANDEMİR: Yüksek İslâm Enstitüsü zamanında öğrencilerimizle çok daha samimi idik. Pek canlı ders yapardık. Ben kendi açımdan söyleyeyim, öğrencinin hadis dersine ilgisi fazlaydı. Çok soru sorarlardı. İlâhiyat Fakültesi döneminde bu sıcaklığın biraz daha azaldığı kanaatindeyim. Kendi isteğimle 1999’da yedi yıl erken emekli oldum. Öğrencilerimin bana hadisle ilgili soru sormamasından endişe etmeye başladım. ‘Galiba ben bu işi yapamıyorum’ diye endişelendim. Öğrendim ki, diğer arkadaşlar da aynı şeyden şikâyetçi. Derslerden eski zevki alamamak bana ağır geldi. Bunu, ‘eskiye özlem’ diye değerlendirirseniz, yine de itiraz etmem.
M. ÖCAL: Peki Fakülte olmak öğretim elemanlarına neler kazandırdı, neler kaybettirdi?
M. Y. KANDEMİR: Öğretim elemanları açısından iyi olmuştur. Öğretim elemanları çalışmak, sahalarında yeni şeyler üretmek zorunda kalmıştır. Bu da onların gelişmesine yardım etmiş ve maddî açıdan da rahatlamalarına imkân vermiştir. Fakat Yüksek İslâm Enstitüsü’nün o sıcak havası kaybolmuştur veya bana öyle geliyor.
M. ÖCAL: Aynı konuyu bir de memleketimiz, milletimiz ve İslâm ve insanlık âlemi açısından değerlendirirseniz, neler söylemek istersiniz?
M. Y. KANDEMİR: Fakülte olmanın üretimi artırması, herkesin kendi sahasında yeni çalışmalar yapması ve kültürümüze yeni eserler kazandırması çok faydalı olmuştur.
Kendi öğrencilik dönemiyle
günümüz İlâhiyat Fakültesi öğrencilerini karşılaştırması
M. ÖCAL: Aradan uzun yıllar geçmiş olmakla birlikte, şöyle geriye dönüp bakarak kendinizin YİE öğrencilik döneminizle şu andaki İlâhiyat Fakültesi öğrencilerini imkânlar veya imkânsızlıkları, idealizm, başarı veya başarısızlıkları açısından mukayeseli olarak bir değerlendirmeye tabi tutar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Bizim zamanımıza göre bugünün İlâhiyat Fakültesi öğrencileri daha büyük imkânlara sahip. Muhtelif yerlerden burs alabiliyor, daha rahat yurtlarda kalabiliyorlar.
İdealizme gelince, o zamanki öğrencilerin ideali ve hizmet aşkı daha büyüktü. Çünkü büyük bir dinî boşluğun içinden geliyorlardı. Hemen her şehirde dini bilen, dinî eğitim alarak yetişen pek az insan vardı veya hiç yoktu. Hocalar, imamlar toplumda saygın bir yere sahip değildi. Hemen herkesin kulağı, bir önceki dönemde, kolunun altına Kur’ân-ı Kerîm tutuşturulan hocaların “suç aletiyle(!) nasıl yakalandığına” dair anlatılan olaylarla doluydu. Bu tür olaylar o günkü talebeleri bu tür yıkımlara karşı daha çok uyarıyor ve idealize ediyordu.
Usûl-i Hadîs’e dair kitabını Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları adıyla Türkçeye tercüme ettiği merhum Prof. Dr. Subhi es-Sâlih ile. 27-30 Kasım 1978’de İstanbul’da yapılan Rü’yet-i Hilâl Konferansı dolayısıyla Türkiye’ye geldiğinde. (Elindeki kitap adı geçen eser.)
Doç. ve Prof. unvanlarını alması
M. ÖCAL: Sayın Hocam, Ne zaman Doç. unvanını aldınız? Bu unvanı alırken de doktoradakine benzer sıkıntılar yaşadınız mı?
M. Y. KANDEMİR: 1987’de doçent oldum. Doktoradakine benzer bir sıkıntı yaşamadım.
M. ÖCAL: Peki, Ne zaman Prof. Dr. oldunuz?
M. Y. KANDEMİR: 1991’de.
M. ÖCAL: Doç. veya Prof. unvanını almış olmak üzerinizde olumlu-olumsuz herhangi bir tesir yaptı mı? Bu konuda bir değerlendirme yapar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: O zamanlar, unvan sahibi bazı insanların olumsuz davranışları bu unvanlara sıcak bakmaya engel teşkil ederdi. Bu tedirginlik bende de vardı. Özellikle de İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü mezunları olarak unvan sahipleri tarafından çok mağdur edildik. Bu unvanları alınca, “Bak ben de senin unvanlarına sahip oldum” duygusundan çok, “Bak bu unvanlar ulaşılmayacak bir şey değilmiş. Çünkü insanı önemli yapan unvanı değildir. Adam olan, bu unvanlara sahip olmadan da adamdır” deme duygusu uyandırdı bende.
Bir de şu var: Günümüz insanı unvanlara maalesef pek değer veriyor, onları çok önemsiyor. Halbuki önemli olan bu unvanların güzel hizmetlere vesile kılınmasıdır.
Yüksek İslâm Enstitüsü
ve İlâhiyat Fakültesi mezunlarının
milli ve dinî kültürümüze katkıları
M. ÖCAL: Size göre, Yüksek İslâm Enstitüsü ve İlâhiyat Fakültesi adlı bu dinî yüksek öğretim kurumlarının milli ve dinî kültürümüze katkıları nedir?
M. Y. KANDEMİR: İmam-Hatip Okulları Türkiye’de dini bilenlerin iyice azaldığı, onların da dinî eğitim ve öğretimini gözlerden uzakta, ahırda, samanlıkta kaçak yollarla yaptığı bir zamanda açıldı. O yıllar imam ve müezzin ehliyetine sahip kimseler pek kalmadığı için azıcık Kur’an veya Ezan okumayı bilenlerin imam veya müezzin tayin edildikleri bir zamandı. İmam-Hatip Okulları bu memleketin dinî hayatına can suyu oldu. Mezun ettiği talebelerle milletin kendine gelmesine yardım etti.
Fakat bu okullar yüksek din tahsili vermek için yeterli değildi. Ardından bu memlekete müftü, vâiz, İmam-Hatip Okullarına, orta dereceli okullara ve Kur’an Kurslarına öğretmen yetiştirmek için Yüksek İslâm Enstitüleri açıldı. Daha sonraları İlâhiyat Fakülteleri adıyla hizmet vermeye devam eden bu kurumlar sadece saydığım hizmetleri veren insanları değil, bu ülkenin ticaretine, siyasetine, yönetimine samimiyetle ve dürüstlükle hizmet eden önemli şahsiyetler yetiştirdi ve yetiştirmeye devam etmektedir.
TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ TDV. İA.’nin yayınlanmaya başlamasına öncülük edenler
M. ÖCAL: Muhterem Hocam, ağırlıklı olarak İmam-Hatip ve Yüksek İslâm Enstitüsü + İlâhiyat Fakültesi neslinin çıkarmaya devam ettiği bir İslâm Ansiklopedisi var. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından finanse edilen bu Ansiklopedinin ta başından beri siz de içerisindesiniz. Böyle bir Ansiklopedi yayınlama fikri ilk defa kimden / kimlerden, nerede ve nasıl ortaya çıktı? İşin başlangıç noktasına giderek birkaç cümlelik açıklama yapar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: 1980’lerin başında Türkiye Diyanet Vakfı bir İslâm Ansiklopedisi yayımlama kararı almış, bazı zevâtı bu işle görevlendirmiş, bir süre çalışıldıktan sonra bir de örnek fasikül yayımlanmıştı. Bu çalışma yeterli görülmedi ve ansiklopedi faaliyetine son verildi.
O zamanlar arkadaşımız Tayyar Altıkulaç Diyanet’te ve Diyanet Vakfı’nın başındaydı. Hatırımda kaldığına göre arkadaşlarla sohbet ettiğimiz bir akşam Tayyar Bey; ‘Bizler bu işin içinde olursak bu ansiklopedinin hazırlanabileceğini’ söyledi ve bizden yardım istedi.
Arkadaşlarımız, haklı olarak; ‘Bu işin çok zaman alacağını ve buna ayıracak zaman bulunmadığını’ söylediler.
Ben ise; ‘Tayyar Beyin teklifine destek verdiğimi, haftada ikişer günümüzü bu işe ayırırsak ansiklopediyi çıkarabileceğimizi’ söylediğimi hatırlıyorum.
1983’te beş arkadaş bu işe başladık: Hayreddin Karaman, Bekir Topaloğlu, İsmail Erünsal, Mehmet İpşirli ve ben. İlk birkaç yılda, bir kısmımız Ansiklopedi çalışmalarına haftada iki günümüzü değil, dört beş günümüzü vermek zorunda kaldık. Sonra hamdolsun bugünlere gelindi. Şimdiye kadar Ansiklopedi’nin 31 (otuz bir) cildi yayımlandı.
İslâm Ansiklopedisinin dinî ve milli kültürümüz açısından önemi
M. ÖCAL: İslâm Ansiklopedisinin milletimiz, dinî-millî kültürümüz, İslâm ve insanlık âlemi açısından önemi nedir? Bir değerlendirme yapar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Uzun yıllardan beri milletimiz kendi kültüründen kopuk yaşıyordu. Onu kendi öz değerleriyle, dinî-millî kültürüyle yeniden buluşturmak bu topraklarda yetişen insanların göreviydi. Çünkü geçtiğimiz yüzyılda kültürler ansiklopedicilik vasıtasıyla daha kolay yayılma imkânı buluyordu. İslâm kültürünün ansiklopedi vasıtasıyla daha iyi yayılacağını bilen Arap dünyası birkaç defa İslâm Ansiklopedisi çıkarmaya teşebbüs etti, fakat sonuç alamadı. Esasen onlar gerekli altyapıya da sahiptiler. Ama ansiklopedicilik büyük bir sabır ve disiplin gerektiriyor. Allah Teâlâ hamdolsun bu işi bize nasip etti.
M. ÖCAL: TDV İslâm Ansiklopedisinde hadis bölümünü yönettiğinizi biliyoruz. Tabiiki aynı zamanda siz de madde yazıyorsunuz. Bugüne kadar kaç madde yazdınız. Ansiklopedi tamamlanınca kaç madde sizin kaleminizden çıkmış olacak?
M. Y. KANDEMİR: Ansiklopedi’nin otuz birinci cildinin çıktığı bugüne kadar 170 madde yazmışım. Hadis maddesi, Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim -ki her ikisi de “el-Câmi’u’s-sahîh” adıyla yayımlandı, Hatîb el-Bağdâdî, İbn Hacer el-Askalânî gibi oldukça hacimli maddeler bunlar arasındadır. Tamamlanınca, inşallah 200’ye yakın madde yazmış olacağım.
Üç samimi arkadaş ve hemşeri. (İstanbul – 2000)
Soldan sağa: Prof. Dr. Halis Ayhan, Dr. Ali Şakir Ergin, Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir.
İLMİ ÇALIŞMALARI VE ESERLERİ
“Örneklerle İslâm Ahlâkı” adlı kitabı
M. ÖCAL: Sayın Hocam, branşınız ve ihtisas alanınız olan Hadis sahasında yaptığınız çok sayıda çalışmanız ve eseriniz mevcut. Uygun görürseniz biraz da bunlar hakkında konuşalım.
Eserleriniz arasında yer alan ve aynı zamanda ilk yayınlananlardan biri “Örneklerle İslâm Ahlâkı” adlı kitabınız. Bu kitabınızın nüvesini zannediyorum Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünde hazırlayıp bize verdiğiniz ‘İslâm Ahlâkı’ adlı ders notları oluşturdu. Geliştirildikten sonra kitap halinde ilk baskısı herhalde 1978’de gerçekleştirildi değil mi? O kitabınızla bu alandaki bir boşluğu doldurduğunuz ve büyük hizmet yaptığınız âşikâr. Söz konusu kitabınız şimdiye kadar kaç baskı yaptı? Kitap hakkında aldığınız kanaatler ve eleştiriler hakkında kısa bir açıklama yapar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Evet bu kitabımın ilk baskısı 1978’de yapılmıştı. Şimdiye kadar on civarında baskı yaptı. Müftü ve vâiz olan talebelerim, bir zamanlar; ‘Bu kitabın kendileri için bir el kitabı olduğunu’ söylerlerdi. Halen basılmaya devam ediyor.
Riyâzü’s-sâlihîn’i yeniden tercüme ve şerh etmeleri
M. ÖCAL: Riyâzü’s-Sâlihîn daha önce Türkçeye çevrilmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığınca birkaç defa basılmıştı. Ama siz bu eseri iki arkadaşınızla birlikte yeniden tercüme ve şerh ettiniz. Neden böyle bir çalışmaya ihtiyaç duydunuz?
M. Y. KANDEMİR: Riyâzü’s-sâlihîn asırlardan beri İslâm ümmetini Peygamber Efendimizin hadisleriyle besleyen ve Müslüman şahsiyetini en güzel şekilde inşâ eden pek değerli bir eserdir. İslâm’ı seçen insanlar üzerinde çok etkili olan iki kitaptan biridir. Diğeri İmam Gazzâlî’nin İhyâ’sıdır. Riyâzü’s-sâlihîn’i Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan başka yayınevleri de tercüme ettirip yayımlamıştı. Fakat onun ciddî bir şerhi yapılmamıştı. Riyâzü’s-sâlihîn hem ilmî bir usûlle, hem herkesin kolaylıkla okuyup anlayacağı bir dille ve hem de insan gönlüne hitap eden bir üslûpla tercüme ve şerh edilmeliydi. Sevgili arkadaşlarım Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan ve Prof. Dr. Raşit Küçük ile oturup bu konuları konuştuk ve yedi yıl çalışarak bu eseri hazırladık.
Son dört eseri
M. ÖCAL: Mutlu Bir Yuva İçin, Mutlu Bir Son İçin, Bir Gönül Yaptın İse, Canım Arzular Seni, İki Cihan Güneşi, Canım Kurban Olsun Senin Yoluna, Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed gibi kitaplarınız da halkımız nezdinde büyük ilgi gördü.
Ancak son yıllarda çıkardığınız: ‘Hayatımıza Peygamber Modeli’, ‘Peygamberimizden 101 Hâtıra’, ‘Sahâbeden 101 Hatıra’, ‘Peygamberimin Sevdiği Müslüman’ gibi kitaplarınız zannediyorum daha büyük ilgi görmekte. Bu isimlerle yazdığınız kitaplarla hedeflediğiniz şey nedir?
M. Y. KANDEMİR: Hedefim, insanımıza Peygamber Efendimizi öğretmek ve sevdirmektir. İyi insan ve iyi Müslüman olmamızın tek yolu Peygamber Efendimizi tanımak ve onun izince gitmektir. Bir Müslüman, başına bir sıkıntı geldiğinde, “Benim yerimde Peygamberim olsa ne yapardı?” sorusunu kendine sormalı, cevabını da bulabilmelidir. Her Müslüman, kendisinin hayat rehberi olan sevgili Peygamberini bu ölçüde tanımalıdır. Özellikle hadisle meşgul olan kimselerin en başta gelen görevi, bir derya olan hadislerin içinden, insanlara günlük hayatlarında yol gösterecek olan güvenilir rivayetleri bulmak ve onları herkesin kolayca anlayıp okuyacağı bir üslûpla, değişik şekillerde sunmaktır.
Allah Teâlâ Sevgili Efendimizi insanlığa kılavuz olarak gönderdiğine göre, onun hayatından bilinmesi gereken esasları bir çiçek demeti gibi derleyip insanımıza götürmek bizim gibi dinî tahsil yapmış insanların en başta gelen görevidir. Ben kendimi bu halka borçlu hissediyorum. Onlar bizi okuttu. Belli yerlere getirdi. Sonra da bizden kendilerine olan borcumuzu istedi. Müslüman adam, edepli insan olan halkımız, alacağını yüksek sesle istemez. Âdeta; “Sen halimizi bizden daha iyi bilirsin; bizi anla ve bizi daha fazla aç bırakma” dercesine yüzümüze sevgiyle bakmakla yetinir. Ben bu kitaplarla halkımıza olan borcumu ödemeye çalışıyorum ve onlara su gibi, ekmek gibi ihtiyaçları olan şeyi vermeye gayret ediyorum.
M. ÖCAL: ‘Allah sizden razı olsun ve eserlerinizden hedeflediğiniz maksada ulaştırsın’ diye dua ve temennide bulunarak; ‘bu son dört kitabınız hakkındaki okuyucu kanaatleri veya geribildirimler nasıldır, açıklar mısınız’, desem bu konuda neler söylemek istersiniz?
M. Y. KANDEMİR: Bu kitaplar çok beğenildi. Bu vesileyle, Rabbime şükürler olsun, çok dua alıyorum. Sade anlatımı dolayısıyla, her seviyeden insan onları kolaylıkla okuyup anlıyor. Bunların içinde en hacimlisi olan Peygamberimin Sevdiği Müslüman bir yıl içinde on iki baskı yaptı.
Senâbil Vakfı’nın başkanı olan ve TV 5’te yaptığı dinî programla da iyi bilinen sevgili Nurettin Yıldız Hoca, bu kitabı sekiz yaşındaki bir grup çocuğa okuttuğunu ve onların kitabı anlayıp anlamadıkları üzerinde bir çalışma yaptığını, büyükler için yazılmış olan bu kitabı hepsinin gayet rahat anladığını tespit ettiğini söyledi. Bu kitabın gerek âyet ve hadisleri sunuş tarzı, gerekse her bahsin sonundaki Gül Kokusu başlığı altında Peygamber Efendimizin ve ashâb-ı kirâmın hayatından kesitler vermesi alışılmışın ötesinde bir üslûp ortaya koydu; bu da büyük ilgi topladı. Evlerde, aile meclislerinde okunmaya başlandı. Okuyanlar arasında, onun her evde bulunması gerektiği gibi de bir kanaat oluştu.
Çocuk kitapları serisine başlamasının düşündürücü hikâyesi
M. ÖCAL: Şimdi de size 1980’li yılların başından beri başlatıp devam ettirdiğiniz çocuklara yönelik yayınlarınızla ilgili sorular yöneltmek istiyorum. Eğer yanlış bilmiyorsam önce “Dinim” serisini başlattınız. Renkli ve resimli, çok güzel kitaplardı. Bu kitaplarınızla Türkiye’de bir çığır açtınız ve dinî nitelikli çocuk yayınlarının öncüsü oldunuz. Şahsen ben o kitaplarınızdan yüzlerce takım alınmasına ve okunmasına aracı oldum. Benim gibi çok sayıdaki meslektaşımız veya bu tür kitapların faydasına inanan insanlarımız çokça alıp okudular ve okuttular. Sonradan sizin kitapların benzerleri çoğaldı. Nereden aklınıza geldi böyle bir seri kitap yazmak ve yayınlamak?
M. Y. KANDEMİR: 1970’li yılların ikinci yarısıydı. Kapıkule’den yurda giriş yapan işçi çocuklarıyla yapılan bir röportaj okumuştum. Yurtdışındaki işçi çocuklarının dinî ve millî değerleri ne derece bildiğini ölçmek için sorulan bu sorulara verilen cevaplar beni hayrete düşürmüştü. Meselâ birkaç çocuğa; “Peygamberin kim?” diye sorulmuş, onlar da; “Peygamberim Atatürk” diye cevap vermişti. Bu duruma çok üzüldüm. Esasen yurt içindeki çocuklarımızın durumu bu kadar hazin olmasa bile onların da dinî kitaplara şiddetle ihtiyacı vardı. Büyükler için yazılmış kitaplar onlara fazla bir şey söylemiyordu.
O yıllarda güzel resimleriyle çocukları en fazla etkileyen kitap Ayşegül adlı çocuk serisiydi. Bu seri kilisesi, papazı, domuzuyla tamamen Hıristiyan çocuklar için hazırlanıyor, Avrupa’da resimlenip basılıyordu. Bizim de böyle çocuk kitaplarımız olmalıydı. Bunu çok önemsiyordum.
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde hocalığım sırasında, haftada bir gün Taksim’deki Notre-Dame de Sion Fransız Özel Kız Lisesi’nde Din Bilgisi dersine gidiyordum. Oradaki râhibe öğretmenlerin yardımıyla Fransa’dan Hz. Îsâ’yı anlatan kitaplar getirttim. Daha sonraları on beş günlük bir yurtdışı seyahatim oldu. Brüksel’de çocuklar için dinî kitaplar satan kitapevlerini dolaşıp kitaplar aldım. Onları inceledim. Sonra bu işi bizim nasıl yapmamız gerektiğini düşünüp işe başladım.
M. ÖCAL: Ne zaman işe başladınız? Yani kitapların ilki hangisiydi, yazımı ve yayınlanması hangi yılda gerçekleşti?
M. Y. KANDEMİR: Bu kitapların ilki, Kelime-i Tevhîd’i ele aldığım Dine Doğru’dur. 1970’li yılların ikinci yarısında kaleme aldım. Resimlenmesi tam iki yıl sürdü. Pek titiz bir ressam arkadaşla çalışmaya başladık. Kitabımın bir an önce yayımlanmasını istiyordum. Bu iki yıl zarfında ressam Hasan Karal’a belki yirmi defa gitmişimdir. Hasan Bey’in resimlediği kitap Avrupa’da yayımlanan çocuk kitapları seviyesinde oldu. Fakat böyle giderse hizmetin oldukça aksayacağını düşündük ve daha hızlı çalışan bir başka ressam bulduk. İlk dört kitap 1981’de yayımlandı. Son dört kitabı ise, resimletme sıkıntısı yüzünden fotoğraflarla yayımladık.
M. ÖCAL: Bu seri kaç kitaptan oluşuyordu? İsimlerini söyler misiniz? Her biri kaç baskı yaptı? O serinin tamamının toplam kaç adet basılıp satıldığı konusunda bilginiz var mı? Bir başka ifade ile o kitaplarla kaç bin veya kaç yüzbin aileye girdiniz?
M. Y. KANDEMİR: “Dinim Serisi’nin 6-9 yaş grubu” on kitaptan oluştu. Adları şöyledir:
Dine Doğru, Peygamberimi Öğreniyorum, Allah’ı Arayan Çocuk, Yaralı Kuğu, Peygamberimiz Çocuklarla, Uzeyle’nin İmanı, Abdest Alıyorum, Namaz Kılıyorum, Dua Ediyorum, Annemi Anıyorum.
İman esaslarını ele aldığım 9-14 yaş grubu da beş kitaptan meydana geldi. Onlara da “Dinim Serisi 9-14 yaş grubu” adını verdik. Onların adları da şöyle: Allah’a İnanıyorum, Meleklere İnanıyorum, Peygamberlere ve Kitaplara İnanıyorum, Ahirete İnanıyorum, Kadere İnanıyorum.
Doğrusu bu kitapların kaç baskı yaptığını bilemiyorum. Bu kitaplar yılda üçer bin adet basılıyor. Namaz Kılıyorum kitabı ilk çıktığı yıllarda yılda birkaç defa onar bin veya yirmişer bin basılıyordu. Bunu gören bazı tamahkârlar, benzeri yeni kitaplar yazacakları yerde bu kitabı ve Abdest Alıyorum kitabını taklit ettiler. Neredeyse sadece çocukların isimlerini değiştirip gerisini aynı veya benzeri ifadelerle, benzeri fotoğraflarla bastılar.
Çocuk yayınlarından duyduğu mutluluk ve aldığı olumlu-olumsuz eleştiriler
M. ÖCAL: Çocuk kitapları serinizle ilgili çok olumlu tepkiler / geribildirimler aldığınızdan eminim. Onlardan en güzel olarak değerlendirdiğiniz ve etkilendiğiniz bir-iki tanesini anlatır mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Evet, gerçekten de çok insan bu kitapların yayımlanmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi. ‘Ben sizin kitaplarınızı okuyarak büyüdüm’ diyen pek çok insanla karşılaştım. Özellikle şiir tarzında yazdığım Peygamberimi Seviyorum, Peygamberimiz Çocuklarla kitaplarını ezberleyen yavrularını bana getiren veya bulunduğumuz yerde bu kitapları baştan sona ezberleyen çocuklarla tanıştıranlar, hatta başka şehirlerden bu haberleri bana iletenler oldu.
Eylül 2005’te Pendik’te bir yerde konferans vermiştim. Dışarı çıkarken on yaşlarında bir kız çocuğu; ‘Ben sizin bütün kitaplarınızı okudum’ dedi. Bir yazar için bundan daha büyük mutluluk olabilir mi?
M. ÖCAL: Aynı kitaplardan olumsuz anlamda tepkiler de aldınız mı? Gerek anlatım, gerek resimler dolaysıyla…
M. Y. KANDEMİR: 6-9 yaş grubu için kaleme aldığım Abdest Alıyorum kitabının yayımlandığı sıralarda, bu kitaptaki kız çocuğunun başı açık olduğu için veya Namaz Kılıyorum kitabında çocuk namaz kılarken başını iyice örtemediği için eski bir talebemden üzüntüsünü dile getiren bir mektup almıştım.
“Ben bugüne kadar sizin giyim tarzınıza varıncaya kadar her şeyinizi taklit eden bir öğrencinizdim. Şimdi bu kitabı alıp kızıma nasıl götüreceğim?” diye beni muâhaze ediyordu.
Peygamberler Serisi’nin ilk kitabında çizilen şeytan resmi dolayısıyla da tenkit edenler oldu. Bunların dışında olumsuz bir tenkit hatırlamıyorum. Hamdolsun şimdi Zafer Yayınevi Peygamberler Serisi’ni yeniden resimletti ve ‘Peygamberleri Tanıyalım’ adıyla yayımladı.
Çocuk kitaplarının anlatım tarzı dolayısıyla hep takdir aldım.
M.ÖCAL: “Dinim” serisinin basımı devam ediyor mu? Yoksa sonradan çıkardığınız kitaplarınızla kendi kendinizin rakibi olarak onları devre dışı mı bıraktınız?
M. Y. KANDEMİR: Dinim Serisi’nin basımı devam ediyor. Daha sonraları meslektaşlarım tarafından pek takip edenim olmasa bile, meslekten olmayan kimseler tarafından farklı anlatım tarzlarıyla dinî çocuk kitapları yazıldı ve güzel de resimlendi. Benim yeni kitaplarım, daha önce yazmadığım farklı sahalarda olmuştur.
‘Beni Seven Peygamberim’ serisi
M. ÖCAL: Hocam bir de son yıllarda çıkardığınız “Beni Seven Peygamberim” serisi var. Bütün samimiyetimle söylüyorum; bu kitaplarınız da birer harika. Allah zihninize, kaleminize / bilgisayarınıza kuvvet versin. İnşallah arkasından daha güzelleri gelir. Bu seride yer alan toplam sekiz kitabın adını sizden alsak…
M. Y. KANDEMİR: Her bir kitabı 48 sayfadan oluşan bu serinin ilk altı kitabında Peygamber Efendimizin hayatını anlattım. Adları şöyle: Nur Dağında Bir Işık, Dinmeyen Gözyaşları, Medine Yollarında, Müslümanlar Kardeştir, Ebû Cendel’in Zincirleri, Peygamberimizin Son Yılları.
Yedinci ve ‘Peygamberimizin Güzel Huyları’ adlı kitabın her bir sayfasında Resûl-i Ekrem’in bir huyunu anlattım.
Sekizinci kitap olan ‘Sevgi Peygamberi’nin her sayfasında ise ashâb-ı kirâmın Peygamber Efendimizi, onun da ümmetini nasıl sevdiğini anlatmaya çalıştım.
M. ÖCAL: Bu kitaplar kaç baskı yaptı? Aldığınız geribildirimler hakkında açıklama yapar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Bu kitaplar gün ışığına çıkalı henüz üç yıl oldu. Her yıl üç bin baskı yapıyor. Bu kitaplar hakkında da hep güzel şeyler duydum. Olumsuz bir tepki almadım henüz. Nesil Yayınevi, renkli, resimli ve kuşe kâğıtlı baskısı dolayısıyla bu seriyi herkesin alamayacağını dikkate alarak, onu Sevgi Peygamberi adıyla resimsiz olarak da bastı.
M. ÖCAL: Bu seri ile hedeflediğiniz şey nedir?
M. Y. KANDEMİR: Peygamber Efendimizi çocuklarımızın çok iyi tanıması lâzım. Bütün Müslümanlar gibi onların da Resûl-i Ekrem’e hayranlık duymaları, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle söyleyecek olursak; ‘onu canlarından da çok sevmeleri, kendilerine örnek almaları’ ve onun gibi olmaya özenmeleri lâzım. Daha önceki serilerin bir kısmında Peygamber Efendimizin hayatına kısaca temas ettiğim olmuştu. Ama sadece onu daha geniş bir şekilde ele alacağım bir seri yapmayı hayal ederdim. Allah’a şükür bu seri ile o hayalimi de gerçekleştirmiş oldum.
“Peygamberler Serisi” ve “Gül Muhammedim”
adlı çocuk kitapları ve kitaplarının toplam tirajı
M. ÖCAL: Sayın Hocam, şöyle kaba-taslak bir hesap yapsanız; şimdiye kadar kitaplarınızın tamamı toplam kaç baskı yapmış olabilir? Yani kitaplarınızla kaç yüz bin veya milyon kişiyle buluşmuş oldunuz?
M. Y. KANDEMİR: Bunu hiç düşünmedim. Böyle bir hesap yapmak da benim için çok zor.
M. ÖCAL: Sayın Hocam, siz burada rakam ver(e)meseniz de, 2005 yılı Ramazan ayında (28-30 Ekim 2005 tarihlerinde) Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığınca düzenlenen ve konusu ‘Türkiye’de Çocuk Yayınları’ olan “III. Dinî Yayınlar Kongresi”nde sunduğunuz tebliğinizde şu açıklamayı yapmıştınız:
“Peygamberler Serisi” ve “Gül Muhammedim” adlı ve çocuklar için ikinci önemli çalışmam Ensar Neşriyat tarafından yayımlanan Peygamberler Serisi’dir. Her biri on altı sayfadan oluşan yirmi kitaplık bu serinin resimlerini, uzunca bir sürede ancak üç ressam vasıtasıyla tamamlayabildik…”
“Peygamberler Serisi’nin son üç kitabı Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatına dair olup bunlardan birinin adı Gül Muhammedim’dir. Birkaç yıl önce bir derneğin yöneticisi Efendimiz hakkındaki bu üç kitabı Gül Muhammedim adıyla birleştirip Kutlu Doğum haftasında dağıtmak istediklerini söyledi ve benden izin istedi. Ben de; ‘parayla satmamak kaydıyla’ bunun olabileceğini söyledim. Kısa zamanda bu kitap büyük rağbet gördü. Birçok dernek aynı şartlarla bu kitabı basıp dağıtmak için benden izin talebinde bulundu. Ben de her isteyene, ‘parasız dağıtmak şartıyla’ izin verdim. Peygamber Efendimiz’in hayatını kısa ve öz bir şekilde anlattığı, herhalde bir de bedava dağıtıldığı için bu kitabın iki, üç milyon kadar yayımlandığı söylenmektedir. Bu kitapçığa benim adıma önsöz yazmışlar. Son kısma Veda Hutbesinden çocukların anlayabileceği bazı cümleler koyduğum halde, onun yerine Veda Hutbesi’ni aynen koymuşlar. Hatta bazı cümlelerimde tashihler bile yapmışlar. Kitabın üzerindeki isim benim ama şimdi o herkesin malı. Son olarak bir dernek basım izni isteyince, kitabı eski haline getirdim. Bu defa önsözünü kendim yazdım.”
Siz burada rakam vermeseniz de affınıza sığınarak ben söz konusu bildirinizden bu ifadelerinizi aynen naklettim. Zannediyorum dinî sahada eser veren hiçbir hocamız veya meslektaşımız henüz bu rakamlara ulaşamadı.
Diğer eserlerinizin toplam tirajı da zannediyorum bir milyonu bulmuştur.
Allah size hayırlı ve uzun bir ömür versin. Ayrıca hem yazdıklarınız ve hem de yeniden yazacaklarınızla daha nice yüz binler ve milyonlarla buluşmayı nasip etsin…
Hitap ettiği kitlenin seviyesini yakalamasının sırrı
M. ÖCAL: Sayın Hocam, çok iyi bildiğiniz gibi: “İnsanlara akıllarının alacağı kadar konuşunuz.” Veya “İnsanlara bilgi seviyesine göre hitap ediniz” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, C.1. sh. 225) şeklinde tercüme edilebilecek bir hadis var. Siz bu hadisteki tavsiyeyi çok iyi kavramışsınız ve gereğini yapıyorsunuz. Gerçekten çok güzel bir üslûbunuz var. Anlatımınız yalın ve sade. Biraz önce sizin de ifade ettiğiniz gibi yetişkinler için yazdığınız kitaplar bile kültürlü-kültürsüz, yaşlı, genç ve hatta çocuklar tarafından rahatlıkla okunup anlaşılmaktadır. Belki bundan dolayı kitaplarınız büyük ilgi görüyor. Kuşkusuz kitaplarınıza olan ilgide sizin ihlâs ve samimiyetinizin de büyük payı var…
Bu açıklamalardan sonra benim burada sizden öğrenmek istediğim şudur: Sizde bu alanda Allah vergisi bir yetenek oluğu muhakkak ama bu üslûbu ve hedef aldığınız okuyucunuzun seviyesini yakalayabilmek için özel bir çabanız ve gayretiniz oluyor mu? Yoksa içinizden geldiği gibi mi yazıyorsunuz? Kısaca bu işin sırrı ne?
M. Y. KANDEMİR: İnsanlar tarafından anlaşılma arzusu çok önemli. İnsanlar beni yorulmadan anlasın diye düşünmelidir. Benim, yazma zevkimi tatmin etmek gibi bir lüksüm yok. Kolay anlaşılma kaygısı taşımadan, sırf edebî veya felsefî zevkini tatmin etmek için yazanlarla aynı yolda koşmuyoruz. O başka bir iş. Şimdi ortada bir yangın var. Bu yangın, dinî bilgiden mahrum kardeşlerimizi kaybetme tehlikesidir. Hal böyle olunca, anlatmak istediğimiz şeyi bu kardeşlerimizi yormadan, usandırmadan anlatmak mecburiyetindeyiz. Riyâzü’s-sâlihîn’i yazarken sevgili arkadaşlarıma zaman zaman;
“- Bu cümleyi emmimin oğlu anlar mı?” diye sorardım.
Bu endişeyi taşırken insanımızı küçümsemek gibi bir duyguya, hamdolsun, hiç kapılmadım. Onlar benim “etimin parçası”. Onları nasıl küçümserim. Öte yandan hiç kimse benim kitabımı okumak zorunda değildir. Beni anlamazsa kitabımı elinden bırakabilir. Bu hal, okuyucunun, öğrenme şansını yitirmesi; benim de sevap kazanma imkânını kaybetmem demektir. İşte bu düşünceyle yazdıklarımı defalarca okur ve tashih ederim. Onları bir de yüksek sesle okuyarak, ne ölçüde akıcı olduğunu tespit etmeye çalışırım. İşin sırrı, kolaycılığa kaçmamaktadır.
Yazmak isteyip yazamadıkları veya yazıp da pişmanlık duydukları var mı?
M. ÖCAL: Şimdiye kadar yazmak isteyip de yazamadığınız neler veya ne tür kitaplar var?
M. Y. KANDEMİR: Öyle geniş çaplı bir planım yok. Bir işi bitirdikten sonra; ‘bu konuda daha önce yapılmamış başka ne yapılabilir?’ diye düşünüp bir karara varıyor ve onu uygulamaya çalışıyorum.
M. ÖCAL: Hocam, şimdiye kadar yapıp veya yazıp da; ‘keşke bunu yapmasaydım!’ veya “keşke bunu yazmasaydım!” diye hayıflandığınız, pişmanlık duyduğunuz şey veya kitabınız var mı?
M. Y. KANDEMİR: Şükürler olsun ‘Keşke bunu yazmasaydım’ dediğim bir kitabım olmadı. ‘Keşke bunu yapmasaydım’ dediğim günahlarım ise saymakla bitmez.
Genç yazar ve yazar adaylarına tavsiyeleri
M. ÖCAL: Sayın Hocam, eğer yanlış bilmiyorsam şimdiye kadar maalesef -sizin de yakındığınız taklitçileriniz dışında- ciddi anlamda ve orijinal eser veren takipçileriniz çıkmadı. Belki de bu işe girişenler vardır ama henüz yayıncılık piyasasına giremedikleri için yeterince tanınmamış olabilirler. İnşaallah bundan sonra sizin gibi velûd ve başarılı yazarlarımız çıkar diye dilek ve temennide bulunduktan sonra sizden, sizi takip etmek düşüncesinde olan ve kopya değil orijinal eserler vermek isteyen genç yazar veya yazar adaylarına tavsiye ve temennilerinizi alabilir miyim?
M. Y. KANDEMİR: Allah herkese farklı kabiliyetler vermiştir. Tıpkı tabiatta gördüğümüz her bir çiçeğin farklı özelliklere ve güzelliklere sahip olması gibi. Bize düşen içimizdeki çiçeğin desenini, rengini, kokusunu kendi aslî özellikleriyle sergileyebilmektir. İşte bu sebeple bir başkasında olana özenmemize veya o bende yok diye yerinmemize gerek yoktur. Bizim rengimiz bize özeldir. Bizdeki de başkasında yoktur. Bunu böyle kabul etmeli, kendine güvenmeli ve yeni şeyler yapmaya çalışmalıdır.
Zengin bir tarihimiz var. Peygamber Efendimizin hayatı, hadisleri, onun izinden giden İslâm büyüklerinin yaşama biçimi, yaptıkları, söyledikleri bizi, bizim himmetimizi beklemektedir. Kısacası yazacak çok şey var. Genç kardeşlerim, yazdıklarını bir süre bekletip yeniden okusunlar. Onları görüşlerine ve dil zevklerine güvendikleri kimselere okutup tenkitlerini alsınlar. Bu suretle kendilerini geliştirmeye çalışsınlar.
Eserleri hakkında yapılan
Yüksek Lisans Tezi
M. ÖCAL: Muhterem Hocam, sizin için ayrı bir mutluluk sebebi olan bir gelişme duyduk. Zat-ı âliniz ve eserleriniz hakkında bir yüksek lisans tezi yapılmış. Daha hayatta iken çok az sayıdaki insana nasip olacak bir mazhariyet bu… Söz konusu tezi, kim ne zaman yaptırdı? Tez çalışması yapan kim?
M. Y. KANDEMİR: Bu çalışmayı, M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Usta yaptırdı. Tez çalışması yapan arkadaş, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni Ömer Yahşi’dir. Söz konusu Yüksek Lisans Tezi 2006 Nisan ayında M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsüne sunuldu ve kabul edildi.
M. ÖCAL: Tezin adı nedir? Kaç sayfalık bir tez oldu? Ayrıca kitap olarak veya bir özeti makale halinde yayınlandı mı?
M. Y. KANDEMİR: Tezin adı “M. Yaşar Kandemir, Hayatı, Eserleri ve Çocuğun Din Eğitimi.” 114 sayfalık bir çalışma. Tez henüz bir makale veya kitap olarak yayımlanmamakla beraber, Ömer Yahşi, sözünü ettiğiniz her iki konu üzerinde de çalışacağını söylemektedir.
EMEKLİLİK GÜNLERİ VE “ŞİFA-İ ŞERİF” DERSLERİ
M. ÖCAL: Sayın Hocam, siz 1999 yılında emekli oldunuz. Emekli oldunuz ama sizin bir köşeye çekilip yalnızca torun sevmek ve onların gönüllerini hoşnut emekle vakit geçirmediğinizi biliyoruz. Siz boş durmazsınız, durmuyorsunuz da… Bir taraftan İslâm Ansiklopedisindeki çalışmalarınızı devam ettirirken diğer taraftan çocuklara yönelik kitap hazırlama çalışmalarınız devam etmektedir. Bu arada bir de Şifa-i Şerif dersleri başlattınız devam ettiriyorsunuz. Bu derslerinizi bir TV kanalı da yayınlamaktadır. Bu konuda biraz açıklama yapar mısınız? Şifa-i Şerif nedir? Ne zamanlar ve nerede okuyorsunuz? Sizi dinleyici olarak kimler takip ediyor? Şifa-i Şerif’in özelliği nedir?
M. Y. KANDEMİR: Bizim talebeliğimizden beri İstanbul’un Fatih camiinde talebe okutan Emin Saraç Hoca efendi, Eyüp Sultan Camii’nde Şifâ-i Şerif okutmamı ısrarla istedi. Kendisi de Fatih Camii’nde bu eseri 6-7 defa okutmuş.
Şifâ-i Şerif, hicrî 544 yılında vefat eden Endülüslü Muhaddis Kadı İyâz’ın Peygamber Efendimiz’i hayatı dışında hemen her açıdan ele alan bir eseridir. Halen birçok İslâm ülkesinde okutulan bu eser, Cumhuriyet’in ilânına kadar da Eyüp Sultan’da okutulurmuş. Eyüp Sultan’ın emekli imamı, bugün doksan küsur yaşında olan Reîsülkurrâ Ahmet Arslanlar Hoca efendi, bana; ‘Caminin şurasında Hoca Osman Efendi, şurasında Zeynel Efendi Şifâ okuturdu’ diye anlattı.
22 Mayıs 2005’te de ben başladım Şifâ okutmaya. Pazar günleri öğle namazından yetmiş dakika önce, bir aşr-i şerîfin ardından derse başlıyoruz. Rabbim ömür verirse üç-dört yıl içinde bitiririz inşallah. Derslerimi Dost TV kaydedip haftada iki defa yayınlıyor. Bu televizyon Türkiye’nin her tarafında, Avrupa’da ve Türk Cumhuriyetlerinde seyrediliyor. Bazı kardeşlerimiz dersi Arapça metinlerinden takip ediyor. Daha önce Gönül Doktoru dolayısıyla kendisinden bahsettiğim Edebiyat öğretmeni Meliha Hanım da bu dersin âşıklarından. O da dersi Şifâ-i Şerîf’in Arapça metninden takip eder; öğrencilerini ve arkadaşlarını da derse getirir. On bir-on iki yaşlarında iki çocuk da, Yunus ile Bilal, dersimizi hiç kaçırmayanlardan. Bunu şunun için söylüyorum: Bizim insanımız, erkeğiyle, kadınıyla, çocuğuyla Peygamber âşığıdır. Onlara güzel dinimiz usûlünce sunulunca ilgiyle takip ederler. İnşallah bu tür dersler memleketimizin her yanında camilerimizde okutulur.
Mülâkatın sonuna gelirken
M. ÖCAL: Hocam, benim sormayı unuttuğum veya düşünemediğim ama sizin bu mülâkat çerçevesinde açıklamayı uygun bulduğunuz hususlar varsa onları da açıklar mısınız?
M. Y. KANDEMİR: Bu soruya cevap vermek, “Bu âhiret soruları az geldi, biraz daha sorar mısın?” demek gibi bir şey. Teşekkür ederim, ilâve edecek bir şey yok. Sen her şeyi düşünüp sormuşsun.
YAYINLANMIŞ ESERLERİ
M. ÖCAL: Hocam, yayınlanmış kitaplarınızın yayın yeri ve yıllarını belirterek bir listesini verebilir misiniz?
M. Y. KANDEMİR: Yayınlanmış kitaplarımın listesi şöyle:
Bilimsel kitaplarım:
– Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, (Subhî Sâlih’ten tercüme), DİB Yay. İstanbul 1971.
– Mevzû Hadisler, DİB Yay. Ankara, 1975.
– Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Yay. İstanbul, 1978.
– Mutlu Bir Yuva İçin, Marifet Yay. İstanbul, 1981.
– Mutlu Bir Son İçin, DİB Yay. Ankara, 1990.
– Bir Gönül Yaptın İse, DİB Yay. 5. baskı, Ankara, 1990.
– Canım Arzular Seni, Erkam Yay. İstanbul 1992,
– İki Cihan Güneşi, Erkam Yay. İstanbul, 1996,
– Canım Kurban Olsun Senin Yoluna, Erkam Yay. İstanbul,1999,
– Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed, Erkam Yay. İstanbul, 2003,
– Hayatımıza Peygamber Modeli, Morötesi Yay. İstanbul, 2003.
– Peygamberimizden 101 Hâtıra, Zafer Yay. İstanbul, 2005.
– Sahâbeden 101 Hatıra, Zafer yay. İstanbul, 2004.
– Peygamberimin Sevdiği Müslüman, Zafer Yay. İstanbul, 2004.
– Onsekizbin Âlemin Mustafâ’sı, Erkam Yayınları, 2006
– Riyazü’s-sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri (Prof. Dr. İsmail L. Çakan ve Prof. Dr. Raşit Küçük ile), I-VIII cilt, ErkamYay. İstanbul, 1997.
-Roman denemesi:
– Gönül Doktoru, DİB Yay. Ankara, 1975.
Çocuklar için hazırladığım kitaplarım:
Dinim Serisi (6-9 yaş grubu):
– Dine Doğru, Damla Yay. İstanbul, 1981.
– Peygamberimi Öğreniyorum, Damla Yay. İstanbul, 1981.
– Allah’ı Arayan Çocuk, Damla Yay. İstanbul, 1981.
– Yaralı Kuğu, Damla Yay. İstanbul, 1981.
– Taşoluk Tepesi (Diyanet İşleri Başkanlığı 1981),
– Peygamberimiz Çocuklarla, Damla yay. İstanbul, 1982.
– Uzeyle’nin İmanı, Damla yay, İstanbul, 1982.
– Abdest Alıyorum, Damla Yay. İstanbul, 1984.
– Namaz Kılıyorum, Damla Yay. İstanbul, 1984.
– Dua Ediyorum, Damla Yay. İstanbul, 1984.
– Annemi Anıyorum, Damla Yay. İstanbul, 1984.
Dinim Serisi (9-14 yaş grubu):
– Allah’a İnanıyorum, Damla Yay. İstanbul,1983.
– Meleklere İnanıyorum, Damla Yay. İstanbul, 1983.
– Peygamberlere ve Kitaplara İnanıyorum, Damla Yay. İstanbul, 1983.
– Ahirete İnanıyorum, Damla Yay. İstanbul, 1983.
– Kadere İnanıyorum, Damla Yay. İstanbul, 1983.
Peygamberler Serisi:
– Cennetten Dünyaya, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Nuh’un Gemisi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– İrem Bağları, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Kayadan Çıkan Deve, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– İbrahim’in Kuşları, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Alevlerin Ortasında, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Kutlu Evin Gölgesinde, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– İsmail ve Kınalı Koç, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Taş Yağmuru, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Yusuf’un Rüyası, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Yusuf’un Gömleği, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Nildeki Sandık, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Tur Dağında, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– İbibikle Süleyman, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Çetin İmtihan, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Balığın Karnında, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Gökyüzünde İsa İle, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Gül Muhammed’im, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Medine Yollarında, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– Kâbe’den Dünyaya. Ensar Neşriyat, İstanbul, 1984.
– (Bu seri Peygamberleri Tanıyalım adıyla Zafer Yayınevi tarafından yeniden resimletilerek yayımlamıştır, İstanbul 2006)
Güzel Hikâyeler:
– Elma Suyu, Erkam Yay. İstanbul, 2001.
– Mercan Ali, Erkam Yay. İstanbul, 2001.
– Çadır Güzeli, Erkam Yay. İstanbul, 2001.
– Kır Hasan, Erkam Yay. İstanbul, 2001.
– Kader’in Cilvesi, Erkam Yay. İstanbul, 2001.
– Hikâyelerle Çocuklara Kırk Hadis, Erkam Yay. İstanbul, 1992.
– Peygamberimizin Dilinden Kıssalar, Erkam Yay. İstanbul, 1995.
“Beni Seven Peygamberim” Serisi:
– Nur Dağında Bir Işık, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
– Dinmeyen Gözyaşları, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
– Medine Yollarında, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
– Müslümanlar Kardeştir, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
– Ebû Cendel’in Zincirleri, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
– Peygamberimizin Son Yılları, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
– Peygamberimizin Güzel Huyları, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
– Sevgi Peygamberi, Nesil Neşriyat, İstanbul, 2003.
(Bu seri Nesil Neşriyat tarafından bir cilt halinde resimsiz olarak da yayımlanmıştır, İstanbul 2006).
M. ÖCAL: Hocam, tekrar Allah zihninize ve kaleminize güç ve kuvvet versin diye dua edeyim. 70 civarında eseriniz olmuş. Bu eserlerinizle milyonlara ulaşmışsınız. Size gıpta ediyorum. Bu dünyada kitaplarınız vesilesiyle mutlu oluyorsunuz kuşkusuz. İnşaallah öbür dünyada daha büyük mutluluğa erersiniz…
Muhterem Hocam sizi epey yorduğumun farkındayım. Allah razı olsun. Hakkınızı helâl edin. Cenab-ı Haktan hayırlı, bereketli ve bol kitaplı ömür diliyorum.
M. Y. KANDEMİR: Sevgili Mustafacığım! Ben de senin için bu güzel temenniyi tekrarlıyor, çalışmanda başarılar diliyorum.
[1] Osmanlı Devleti döneminde Mekteb-i İbtidailer (ilkokullar) 6 yıllıktı. Cumhuriyetle birlikte 5 yıla indirildi. Hatta şehir, kasaba ve büyük köylerde ilkokullar 5 yıllık iken, “hane” (ev / aile) ve dolayısıyla çocuk sayısı az olan küçük köylere ise 3 yıllık ilkokullar açılmıştı. Öğretmen yetersizliğinden dolayı 3 yıllık ilkokulu olan köylere tek öğretmen veriliyor ve her üç sınıfı birden aynı öğretmen okutuyordu. Bazen 5 yıllık ilkokulu olan köylerde bile tek öğretmenle ders yapılıyordu.
11.06.1937’de 3238 sayılı “Köy Eğitmenler Kanunu” çıkarılarak yürürlüğe konuldu. Bu kanunla, askerliğini Çavuş olarak yapmış olan ve okuma-yazma bilenlerden -ki zaten Çavuş olarak askerliğini yapmış olmak okuma-yazma bilen demektir- isteyenler, muhtelif yerlerde açılan Köy Eğitmeni Yetiştirme Kurslarına alındılar. Kursların müfredatı, Ziraat ve Maarif Vekilliklerince (Tarım ve Milli Eğitim Bakanlıklarınca) ortaklaşa hazırlanmıştı. Çünkü amaç; hem Eğitmen sıfatı verilecek öğretmen yetiştirmek ve hem de onlar vasıtasıyla teknik tarımı köylüye öğretmekti.
Süresi 7 ay olan (Bk. Köy Eğitmenleri Yetiştirme Kursları Müfredat Programı Taslağı, İstanbul, 1941, sh.3.) yani bir öğretim yıllık bu kursları başarı ile bitirenler, öncelikle 3 yıllık ilkokulu olan küçük köylere “Eğitmen” sıfatıyla atandılar. Onlardan bir kısmı zamanla görevlerinden ayrıldılar. Ancak 12 Eylül 1963 tarihine kadar göreve devam edenler, bu tarihte çıkarılan 326 sayılı kanunun 1. maddesi gereğince; “hizmet sürelerine ve öğrenim durumlarına bakılmaksızın” 14. derece ile aylıklı kadrolara geçirildiler. Hizmet süreleri dolunca da emekli oldular. (M.ÖCAL)
[2] Bütün Köy Enstitüleri gibi 1954 yılında çıkarılan 6234 sayılı kanunla Pazarören’dekinde de isim ve program değişikliği yapıldı ve adı (Pazarören) İlköğretmen Okulu oldu. 1970’li yıllarda ise “Mimar Sinan İlköğretmen Okulu” olarak bir kere daha isim değişikliği yapıldı. (M. ÖCAL)
[3] “Bulutlarda Atatürk” resmini M. Kemal Aydoğan Yozgat Lisesinde öğretmen iken bir bayrak merasiminde çekmiştir. Kendisi resim öğretmeni olduğu için yanında devamlı fotoğraf makinesi bulunduran Aydoğan, İstiklâl Marşı söylenirken o sırada havadaki bir bulutun Atatürk’e benzediğini fark etmiş ve hemen resmini çekmiş. Biraz da fotoğraf filmi üzerinde rötuşlama yapmak suretiyle bulutu iyice Atatürk’e benzetmiş olduğu söylenirdi. Resim çoğaltılarak bütün resmi dairelere dağıtılmış ve çerçevelenerek duvarlarda teşhir edilmiştir. Resim, halen bazı resmi dairelerde mevcuttur. (M.ÖCAL)
Bu site, hocamızın sevenleri tarafından hazırlanmıştır.
Powered By Sosyal Doku