Yardıma Layık Olmak
YYaşar Kandemir hocamızın 1999 Aralık ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 166 Sayfa: 024)
“Ben Allah’ın istediği gibi yaşayacağım” diyenleri küçümseyen, horlayan ve değersiz bulanlar her zaman olmuş ve olacaktır. Onların dini ve dindarı İslâmiyet’in ortaya koyduğundan tamamen farklı şekilde düşünmeleri kendi bilecekleri iştir. Bu da yetmiyormuş gibi, Allah aklımızı ve iz’ânımızı muhâfaza buyursun, bazılarının meselâ ahkâm âyetleri üzerinde keyiflerince oynamak istemeleri işi iyice azıttıklarını, Allah’ın saltanatına ortak olmaya kalktıklarını göstermektedir. Bu anormal tutumlar konumuzun dışındadır.
Aziz dinimizi Peygamber aleyhisselâm‘ın anlattığı gibi anlayan ve yaşamaya çalışan kimselerin en önemli meselesi ihlâslı bir mü’min olabilmektir. İşte o zaman Allah’ın yardımı ve lutfu mü’minlerle olacak, onları küçümseyenler de yanıldıklarını acı bir şekilde farkedeceklerdir. İhlâslı mü’min olmanın ilk şartı Allah’a güvenmek, O’na dayanmak, O’nun mü’minlerin yâri olduğunu bilmek ve yardımını kazanmaya çalışmaktır. Cenâb-ı Mevlâ yüce kitabında: “Allah size yardım ederse, hiç kimse sizi yenemez. Şayet sizi bırakıverirse, artık yardımınıza kim gelir?”buyurmaktadır [Âl-i İmrân sûresi (3), 160]. Kâinâtın Rabbi, darda ve zorda kaldıkları zaman Resûl-i Ekrem’ine, onun seçkin ashâbına ve daha sonraki çağlarda lutfuna lâyık olan kullarına maddî ve mânevî yardımını göndermiştir.
BİR AVUÇ TOPRAK
İslâm tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Bedir Gazvesi’nde üç yüz inanmış yiğit tam teçhizatlı bin kâfir karşısında zor durumdaydı. Onların bu savaşta galip gelmesi Allah’a inananların inanmayanlara, İslâm’ın küfre zaferi sayılacaktı. Allah’ın Resûlü işte bu sebeple savaşı kazanmak istiyordu. İki ordu karşı karşıya gelince, yere eğilip bir avuç toprak aldı ve onu düşmana doğru savurdu. Bedir’in kuru toprağı Allah’ın izniyle müşriklerin gözlerini yakıp kavurdu. Neticede zafer mü’minlerin oldu.
Bu savaşta İslâm’a baş kaldıranların başını kimin ezdiği, onların kara suratına fırlatılan toprağı kimin savurduğu âyet-i kerîmede şöyle ifade edilmektedir: “Ey mü’minler, düşmanı öldüren siz değildiniz; Allah’tı onları öldüren. Ey Peygamber, attığın zaman da sen değil Allah atmıştı” [Enfâl sûresi (8), 17]. Bu ilâhî beyan her şeyi ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın darda kalan has kullarına yardım ettiğini göstermektedir. Meleklerin Bedir’de müslümanların imdadına nasıl yetiştiği bilinmektedir.
Ashâb-ı kirâmdan Seleme İbni Ekvaın naklettiğine göre toprak mûcizesi Huneyn Gazvesi’nde de meydana geldi. Düşman iyice bastırınca müslümanlar geri çekildi ve Resûlullah’ın etrafında toplanmaya başladı. Peygamberler Sultanı beyaz katırından indi, yerden aldığı bir avuç toprağı “Şu suratlar kahrolsun” diyerek düşmana doğru fırlattı. O bir avuç toprak bütün müşriklerin gözlerine doldu. Etraflarını göremeyince müthiş bir bozguna uğrayıp gerisin geriye kaçmaya başladılar (Müslim, Cihâd 81).
Allah’a teslim olan bir elin savurduğu toprak inanmayanları kimi zaman dağıtmış, kimi zaman uyutmuştur. Hicret gecesini hatırlayalım. Resûl-i Ekrem’in evini kuşatan Allah düşmanları onu öldürecekleri ânı sabırsızlıkla beklerken, Peygamberler Sultanı Yâsin sûresini okuyarak evinden çıkmış, “Önlerinden bir set, arkalarından bir set çektik, gözlerine perde indirdik, onlar artık göremezler” âyetine gelince yerden aldığı bir avuç toprağı bu nasipsizlerin suratına fırlatmıştı. Saçları, başları toz toprak içinde kalan kâfirler, avlarının uçtuğunu, Medine’ye göçtüğünü ancak bir gün sonra farkedebilmişlerdi. Halbuki ne hayaller kurmuşlardı. O seçilmiş yiğitlerin aynı anda indirecekleri kılıç darbeleriyle başlarını ağrıtan problemi yağdan kıl çeker gibi halledeceklerini düşünmüşlerdi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Kurdukları tuzağı daha güçlü bir tuzak bozdu. Allah Teâlâ olup bitenleri Resûlüne şöyle anlattı: “Hani bir zaman kâfirler seni tutup hapsetmek veya öldürmek yahut seni Mekke’den çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar sana tuzak kurarlarken Allah da onlara bir tuzak kuruyordu. Çünkü Allah o tuzak kuranların üstündedir” (Enfâl sûresi (8), 30).
Bütün mesele Allah’ın lutfuna lâyık olabilmektir. Mü’minler ilâhî yardımı hakettikleri sürece onların yâri aleyhlerindeki oyunları bozacak, tuzaklar kıracaktır.
BİR BOZGUN MACERASI
Hicretin 5. (miladın 627.) yılında Kureyşliler, Gatafanlılar, Kurayza ve Nadîr yahudileri “müslümanlığın kökünü kazımak” üzere birleştiler. On iki bin kişilik kuvvetleriyle bir depdebe ve tantana içinde Medine’yi kuşattılar. Düşmanın hazırlığını öğrenen müslümanlar topu topu üç binkişilik kuvvetleriyle Medine’nin etrafını hendekle çevirdiler. Hendek Gazvesi diye anılacak olan bu kuşatma bir ay sürdü. Zor durumda kalan müslümanlar çok bunaldı. Onların sabrını sınayan Cenâb-ı Mevlâ, bu imtihana son vermek isteyince bir gece İslâm düşmanlarının üzerine soğuk bir rüzgâr gönderdi. O şiddetli rüzgâr toprağı müşriklerin yüzüne kamçı gibi savurdu, çadırlarını söktü, yaktıkları ateşleri söndürdü, hayvanlarını birbirine kattı, korkunç bir manzara yaşattı. Hele meleklerin gür sesleriyle aldığı tekbirler kâfirleri dehşete düşürdü. “Muhammed sihir yaptı; çabuk toparlanın” diye bağrıştılar ve müthiş bir bozgunla kaçıp gittiler. Âlemlerin Rabbi bu savaşta o has kullarına nasıl yardım ettiğini şöyle anlatmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi” [Ahzâb sûresi (33), 9].
Allah’ın görülmeyen orduları her zaman vardır. Rablerinin izniyle mü’minlere yardıma hazırdır.Mü’minler Allah’a kul oldukları, O’na gönül verdikleri, O’nun yardımından ümit kesmedikleri takdirde kâinâtı elinde evirip çeviren o yüce kudret düzenbazların düzenini bozacak, mü’minleri hakir görenlerin burnunu sürtecektir.
En son okuduğumuz âyetin devamında, düşmanın muazzam gücü karşısında tereddüde düşenlerin mâneviyât bozukluğundan söz edilmekte, bu hal “gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman” diye tasvir edilmekte, orada iman sahiplerinin imtihandan geçirildiği ve şiddetli bir sarsıntıya uğratıldıklarıanlatılmakta, o zaman münafıklar ile imanı zayıf olanların Meğer Allah ve Resûlü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar’ dedikleri belirtilmektedir. Hadislerden öğrendiğimize göre Peygamber Efendimiz Hendek Savaşı sırasında İran’ın ve Bizans’ın müslümanlar tarafından fethedileceğini söyleyerek müslümanların mâneviyatını yükseltmek istemiş, fakat imanı sarsıntı geçirenler Yahu biz korkudan abdest bozmaya gidemiyoruz, o bize İran’ın ve Bizans’ın hazinelerini ele geçireceksiniz diyor’ gibi sözlerle tereddütlerini ortaya koymuşlardı. Sonunda ne oldu? Allah’ın ve Resûlullah’ın va’di gerçekleşti. Müslümanlar nice hasımlarını yendiler. Güç ve kudret sahibi oldular. İstemedikleri kadar dünya nimetine kavuştular.
VARSIN ALAY ETSİNLER
Bir zamanlar Mekkeli müşrikler, İslâmiyet’i sessizce yaymaya çalışan Peygamber aleyhisselâm‘ı iyice bunaltmışlar, alay ve istihzânın ölçüsünü kaçırmışlar, Resûl-i Ekrem’e ve mü’minlere çok hakaret etmişlerdi. Zulümler katmerleşince kâinâtın Rabbi mü’minlerin yâri olduğunu, onları yardımsız bırakmayacağını gösterdi. Habîb-i Ekrem’ine tebliğ usûlünü değiştirmesini hatırlattı. Artık meydana çıkmasını, kimseden korkmadan dini yaymasını söyledi: “Sana yap denileni açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlardan yüz çevir! Seninle alay edenlere karşı biz sana yeteriz” buyurdu [Hicr sûresi (15), 95].
Allah’ın yardım ettiği kimseler en haklı ve en güçlü insanlardır. Defterini Allah’ın dürdüğü herifler sinekten daha güçsüz ve önemsiz varlıklardır. İslâm’ın yayılmasını engellemeye çalışanlar işte bu sebeple bertaraf edilmişlerdir. Bir avuç müslüman kendilerinden güçlü orduları silip süpürmüşler, adını bile duymadıkları ülkeleri ezan sesiyle uyandırmışlardır. Resûl-i Ekrem’i ve müslümanları hor görüp küçümseyen ve onlarla alay eden bütün müşrikler can yakan acılar içinde kıvranarak cehennemi boylamışlardır.
Allah’a, O’nun dinine ve Resûlüne gönül veren her mü’min İslâmiyet’in aydınlık yolunda, sebatla ve emin adımlarla yürümelidir. O yürek soğutan ilâhî yardımın vakti, saati gelince imdâda yetişeceğini adı gibi bilmelidir.