Uhud Dağı Altın Olsa
YYaşar Kandemir hocamızın 2001 Aralık ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 190 Sayfa: 024)
Peygamber Efendimiz dünyaya ve dünya malına bizden farklı bakardı. Ona göre dünya, Allah’ın rızâsını kazandırdığı, dünya malı, Allah yolunda harcandığı zaman bir kıymet ifade ederdi.
Bir gün Uhud dağını gösterdi; bu dağ altın olsa, altınlar benim olsa hepsini üç gün içinde Allah’ın kullarına dağıtırdım, dedi. Bu arada ürpertici bir gerçeğe işaret etti: Muhtaçlara bol bol dağıtmayan aşırı zenginlerin, sevabı en az kimseler olduklarını belirtti (Buhârî, İsti’zân 30, Rikak 14).
Bir gün Kâbe’nin gölgesinde otururken zenginleri çok düşündürmesi dereken bir söz söyledi. O sırada yanına gelmekte olan Ebû Zer el-Gıfârî bu söze kulak kabarttı. Resûl-i Ekrem durmadan: “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, onlar ziyandadır” diyordu. Ebû Zer şaşırıp kaldı. Acaba bu sözleri kendisine mi söylüyordu? Peygamber aleyhisselâm’a iyice yaklaştı, hep aynı sözleri mırıldanıyordu. Dayanamayıp sordu. “Ziyanda olanlar kimlerdir Yâ Resûlullah?” dedi. Peygamberler Sultanı şöyle buyurdu: “Onlar malı mülkü çok olanlardır. Elindeki imkânları dört bir yana bol bol dağıtanlar böyle değildir. Ama bunların sayısı çok azdır” (Buhârî, Eymân 3; Müslim, Zekât 30).
Allah’ın Resûlü önemli bir gerçeğe daha işaret etti. Elindeki servete bakıp da “Malım, mülküm var” diye böbürlenmenin çok yanlış olduğunu söyledi: “Bir kimsenin malı, ölmeden önce âhirete gönderdikleridir, öldükten sonra geriye kalan ise mirasçıların malıdır” buyurdu (Buhârî, Rikak 12). İmrenilecek adamların, mallarını Allah rızâsı için dağıtanlar olduğunu belirtti (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 20). Allah’ın verdiğini yine Allah için vermeye teşvik etti. “Veren el, alan elden üstündür” buyurdu (Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94).
Bir gün bir âhiret manzarası çizdi. Kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın herkesle tercümansız konuşacağını, o anda insanın, sağına bakınca ölmeden önce âhirete gönderdiği iyilikleri göreceğini, soluna bakınca vaktiyle yaptığı kötülükleri göreceğini, önüne bakınca sadece cehennemi göreceğini söyledi, ardından da “Yarım hurmayla da olsa cehennemden kurtulmaya bakın” buyurdu. Onu da bulamayanların, güzel bir sözle kendilerini cehennemden korumalarını tavsiye etti (Buhârî, Zekât 9, Rikak 49, 51; Müslim, Zekât 67).
Yarım hurmadan ne çıkar dememelidir. Hz. Peygamber, bir hurmanın nasıl çoğalacağını da anlattı, ata meraklı bir adam bir tayı okşaya okşaya nasıl büyütürse, Cenâb-ı Mevlâ da o bir hurmayı dağ gibi oluncaya kadar ihtimamla büyütür, buyurdu (Buhârî, Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64).
Kulağı çekilmeden kulağına laf girmeyenler vardır. Peygamber Efendimiz, zekâtı verilmeyen altın ve gümüşlerin, kıyamet gününde ateşte kızdırılacağını, onları yoksuldan esirgeyen zenginlerin bunlarla dağlanacağını, bizim hesabımızla elli bin yıl uzayan bir günde insanlar arasında hüküm verilip bitene kadar bu işkencenin durmadan devam edeceğini, zekâtı verilmeyen hayvanların ise, yine bu süre içinde sahiplerini durmadan çiğneyeceğini bildirdi (Buhârî, Hiyel 3; Müslim, Zekât 24, 26-27).
İhtiyaç Fazlası Kimin?
Resûl-i Ekrem ashâbını sık sık sadaka vermeye dâvet eder, onlar da bu emri ânında yerine getirirlerdi. Bir defasında vaaz ediyordu; sesini gerideki kadınların duymayacağını düşünerek onların yanına gitti ve kendilerini sadaka vermeye davet etti. Hanım sahâbîler bu emre hemen uydular. Kulaklarındaki küpeleri, parmaklarındaki yüzükleri, boyunlarındaki gerdanlıkları çıkarıp Bilâl-i Habeşî’ye teslim ettiler (Buhârî, İlim 32, Müslim, Salâtü’l-îdeyn 1-3).
Bir yerde yoksulluk çeken insanlar varsa, hali vakti iyi olanlar oturup düşünmelidir. Benim dediği şeylerin ne ölçüde kendisinin ne miktarda onların olduğunu iyi hesap etmelidir.
Bakın, bir yolculuk sırasında ne oldu. Resûl-i Ekrem ile arkadaşları mola vermişlerdi. Bu sırada devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler umarak sağa sola bakınmaya başladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, olmayanlara versinler. Fazla azığı olanlar olmayanlara versinler” buyurdu. Daha bir çok şeyi sayıp döktü. Bunları duyan sahâbîler, kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladılar (Müslim, Lukata 18).
Çoğumuzun tabiatında cimrilik vardır [Muhammed sûresi (47), 37]. Birine yardım edince malımızın tükeneceğini sanırız. Malın verdikçe artacağı gerçeğinden haberimiz yokmuş gibi davranırız. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gerçeği yakınlarına sık sık hatırlatırdı. Bir gün baldızı Esmâ binti Ebû Bekir’e: “Cimrilik edip esirgeme, öyle yaparsan Allah da senden esirger, sen bol bol vermeye bak!” dedi (Buhârî, Zekât 22). Allah Teâlâ’nın “Ey insanoğlu! Sen ver, ben de sana vereyim” buyurduğunu haber verdi (Buhârî, Nefekat 1; Müslim, Zekât 36). Her gün iki meleğin “Allahım! Malını esirgemeden verene yenisini ver, cimrilik edip vermeyenin malını eksilt!” diye dua ettiklerini hatırlattı (Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 57).
Elbette bir gün Allah’ın huzuruna çıkacağız. O bize de “Ey Âdemoğlu! Beni doyur dedim, doyurmadın!” diye sitem edecek. Biz, “Yâ Rabbi! Böyle bir şey nasıl olabilir! Sen âlemlerin Rabbisin” dememize aldırmayacak: “Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer verseydin, verdiğin şeyleri benim yanımda bulacağını bilmiyor muydun?” (Müslim, Birr 43) diye azarlayacak. Böyle sıkıntılı durumlara düşmemek için yoksula yardım etmeli, o bizden istemeden onun ayağına gitmelidir.
Sahâbe Şuuru
Mekkeli müslümanlar dinlerini doğru dürüst yaşamak için Medine’ye hicret etmişlerdi. Ensâr dediğimiz Medineli müslümanlar da onlara kucak açmış ve ellerindeki bütün imkânları onlarla paylaşmışlardı. Allah Teâlâ bu cömert insanları kendileri muhtaç durumda bulunsalar bile, başkalarını daha çok düşünürler ve onları kendilerine tercih ederler diye övmüştü [Haşr sûresi (59), 9]. Belli bir zaman dilimine mahsus olmayan bu övgü hiç eskimedi; muhtaç durumdaki kardeşlerini kendilerine tercih eden bütün müslümanları her devirde sımsıcak kucakladı. Zaman döndü, sıra bize geldi. Eğer biz de üzerimize düşeni yapabilirsek, yüce Rabbimiz bu iltifatı bizden de esirgemeyecektir.
Asr-ı saâdette başkalarını kendine tercih etmenin yani îsârın nice örneği bulunmakla beraber, Sa’d İbni Rebî’ daima saygıyla hatırlanır. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir muhâciri bir ensârla kardeş ederken, Abdurrahman İbni Avf’ı onunla kardeş ilân etmişti. Mekke’nin başarılı tâcirlerinden olan Abdurrahman İbni Avf, Hz. Peygamber’e ilk iman edenlerden ve cennetle müjdelenen on sahâbîden biriydi. Her şeyini geride bırakıp Allah’ın Resûlünün ardından Medine’ye göçmüştü. Sa’d, bütün mal varlığını bu güzel kardeşiyle paylaşmak istedi, ama o kabul etmedi. “Sen bana pazar yerini göster yeter” dedi ve kısa zamanda tekrar kendini toparladı.
Sa’d İbni Rebî’i, varını yoğunu muhâcir kardeşiyle paylaşmaya sevk eden duygu, Kur’ân-ı Kerîm’in mü’minleri kardeş yapması, Allah’ın Resûlü’nün bunu uygulamasıydı.
Sevgili kardeşlerim! Bugün Kâinâtın Efendisi aramızda yok, ama onun bu uygulaması ve mü’minlerin kardeş olduğunu belirten âyet-i kerîme hâlâ gözümüzün önünde, milyonlarca aç ve sefil kardeşimiz de aramızda bulunmaktadır. Yoksul kardeşlerimiz bize sahâbîler gibi faziletli davranışlar ortaya koyma imkân ve şansı vermektedir. Malın vermekle tükenmeyeceğine, verene yenisinin verileceğine iman edenlerdeniz, elhamdülillâh.
Bir verip on alma, hatta yedi yüz misli kazanma imkânı her an elimizdedir [Bakara sûresi (2), 261]. Malımız henüz bizimken onunla iyi ticaretler yapmalı, servetimize servet katmalıyız. Muhtaçların hakkını vermemenin ağır vebâlinden kurtulmalıyız. Sevdiğimiz şeyleri Allah rızâsı için harcamadıkça iyi dereceleri elde edemeyeceğimizi bilmeliyiz [Âl-i İmran sûresi (3), 92].
Yüce Rabbimin hepimize gerçekleri görüp anlama, zamanında kârlı yatırımlar yapma şuuru ihsân etmesini niyâz eylerim.