Taze Gül Yaprağı
YYaşar Kandemir hocamızın 1992 Eylül ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 079 Sayfa: 024)
Şemail-i şerif hakkındaki sohbetlerimizi, Sevgili Efendimizin o taze gül yaprağı ellerini koklayıp nurdan ayaklarını öperek bitireceğiz ve böylece O’nun etrafındaki beraberliğimizi kırka yetireceğiz. O mübarek eller, Cenab-ı Mevla’dan birşeyler niyaz etmek üzere gökleri avuçladığında, hiç bir zaman boş çevrilmedi. O nurdan ayaklar, hiçbir mahlukun ayak basmadığı mübarek ve mukaddes mekanlarda Mevla’sına doğru yürüyüp gitti.
Kardan serin
Cihan Güneşi efendimizin mübarek elleri büyükçe idi. Bu gülden nazil eller, onu yüzlerine sürenlerin söylediğine göre, yazın aşırı sıcaklarda bile serin olurdu.
Efendimizi gören çocuklardan Vehbü’1-hayr diye anılan Ebû Cühayfe’nin hoş bir hatırası vardır. Rasûl-i Ekrem’in Medine’den ana yurdu olan Mekke’ye bir gidişinde, galiba Vedâ Haccı seyahatinde idi. Ebû Cühayfe o zamanlar, on üç yaşlarında var, yoktu. Öğle sıcağı iyice bastırınca Mina’ya yakın Ebtah mevkiinde konakladılar. Resûlullah (s.a)’e kırmızı deriden bir çadır kurdular. Sıcak biraz kırılana kadar burada dinlenen Efendimiz, Bilal-i Habeºî’nin getirdiği sudan abdest aldı. Bilal artan abdest suyunu dışarı çıkarınca, bir ganimet elde etmenin sevinciyle herkes o gül kokulu suya ellerini batırıp yüzüne gözüne sürmeye başladı. Daha sonra Kainatın Güneşi çadırından çıktı. Sahabîler onun etrafını sardılar .’Mübarek ellerini tutup yüzlerine sürdüler. Ebû Cühayfe, büyüklerin arasına karışmaya cesaret edemediğinden onlara imrenerek baktı. Ama fırsatını bulunca, koşup Peygamber aleyhisselamın bir elini tuttu, büyüklerin yaptığı gibi o da yüzlerine sürdü. Sonraları bu hatırayı tasvir ederken şöyle derdi:
– Bir de ne göreyim, mübarek eli, o sıcaklara rağmen kardan daha serindi. Kokusu ise misk kokusundan daha hoştu.
Gül kokulu eller
Resûl-i Ekrem efendimize yazdığı hilyesiyle tanınan Hakanî Mehmed Bey (ö. 1606), O’nun latif, son derece düzgün ve mis kokulu elleriyle, yeryüzüne şeref veren mübarek ayaklarının iri ve geniş olduğunu, o taze gül yaprağı ellere dokunup musafaha eden kimsenin ellerinden, Resûlullah efendimizin misk kokusunun günlerce kaybolmadığını şöyle vasf ediyor:
Elleri ayası ol sultânın
Dahi ayakları altı ânın
Vâsi’ü pâk idi nâzik mergûb
Berg-i gül gibi latif ü mahbûb
…
Katî mevzûn idi der ehl-i nazar
Ol kerametli mübarek eller
…
Hem dedi vasf eden ol verd-i teri
Müşk-bû idi eli ayaları
Merhaba eylese bir kimseye ger
Devlet ü izzet ile Peygamber
Bir iki gün aradan etse mürûr
Belki hem bir nice eyyam ü şühûr.
Duyulurdu nitekim verd-i çemen
Ol kişi râyiha-i tayyibeden.
Resûl-i Muhterem’in mübarek eline dokunup öpebilmek sadece Asr-ı Saadet’teki aşıklarının değil, daha sonra gelen sevdalılarının da en büyük dileği olmuştur. Kainatın Güneşi’ne duyduğu aşkı, yazdığı Su Kasîdesi’yle, belki de bütün ºairlerden daha güzel ifade eden Fuzulî (ö. 1555), bu kasidenin bir beytinde der ki:
Şayet ben sevgilime kavuşamaz ve onun elini öpme arzusuyla yanarak ölürsem, mezarımın toprağından bir testi yapın ve yârime onunla su verin. Ben sevgiliye dokunamadan ölüp gitmiş olsam bile, toprağımdan yapılan testinin onun dudaklarına temas etmesiyle bahtiyar olurum:
Dest bûsî arzusiyle ölürsem dostlar
Kûze eyle toprağım, sûnun anınla yâre sû.
Yüzük kuyusu
Resûl-i Ekrem efendimiz gülden nâzik sağ elinin zarif küçük parmağına gümüş bir yüzük takardı. Yüzüğü sol elinin küçük parmağına taktığı da olurdu. Daha önceleri bir altın yüzüğü vardı. Ashâbının da altın yüzük takındığını görünce, bu yüzüğü parmağından çıkarıp attı ve “bunu bir daha takmam” buyurdu. O zaman ashâb-ı kirâm da parmaklarındaki altın yüzükleri kaldırıp attılar.
Hicretin yedinci yılından itibaren komşu hükümdarları İslamiyet’e davet etmeye başlayan Resûl-i Ekrem efendimiz, Bizans İmparatoru Herakliyus’a mektup göndereceği zaman, ashâb-ı kirâmdan biri, Rumların mühürsüz mektuba değer vermediklerini söyledi. Bunun üzerine Nebiyyi Ekrem efendimiz bir gümüş yüzük yaptırdı. Akîkten olan kaşına da mühür olarak “Muhammedün Rasûlullah” yazdırdı. Üç satırdan meydana gelen bu ibarenin birinci satırında “Muhammed”ikinci satırında “Resul’, üçüncü satırında “Allah” kelimeleri yazılıydı. Krallara ve meliklere göndereceği mektupları mühürleyeceği zaman yüzüğünü çıkarıp mühürler, sonra tekrar parmağına takardı. Yüzüğü o zarif parmağına taktıktan sonra, kaşını avucunun içine çevirirdi.
Enes İbni Malik bu değerli yüzükten söz ederken “parıltısı hâlâ gözümün önünde” diye anlatırdı. Daha sonraları ilk üç halife bu yüzüğü parmaklarına taktılar. Ne yazık ki, Hz. Osman zamanında bu yüzük Küba yakınındaki bir bahçede bulunan Eriş kuyusuna düşüp kayboldu. O günden sonra bu kuyu, yüzük kuyusu anlamında Bi’r–i hâtem diye anıldı.
Kadem-i şerif
Peygamberler Sultanı, irice olduğunu arz ettiğim mübarek ayağına, üzerinde takunya kayışı gibi iki kayış bulunan pabuçlar giyerdi. Parmaklarını geçirdiği bu kayışlar pabucun ayağından çıkmasına engel olurdu.
Pabucunu veya mestini giyerken önce sağ ayağını giyer, çıkarırken de önce sol ayağındakini çıkarırdı. Zaten Efendimiz herşeye, hatta saçını taramaya bile sağdan başlamayı severdi.
Ümmetinin öpmeye can attığı o nurdan ayakları, Habeşistan necâşîsi Eshame‘nin hediye ettiği siyah renkli bir çift mest arada bir öperdi. Herhalde yaşadığı iklimin sıcaklığı sebebiyle mesti nâdiren giyerdi.
İstanbul’un Çarşamba semtindeki Murad Molla dergâhında irşâd ve Mesnevî okutmakla meşgul olan Nakşibendi şeyhlerinden Murad Mehmed Efendi (ö. 1847), Resûl-i Ekrem’in o mübarek kadem-i şerifinin yüce değerine temasla diyor ki:
Yâ Resûlullah! Cenab-ı Hakk’ın yüce Arş’ı, senin pabuçlarının bastığı bir makamdır. Senin mübarek ayakların bu şerefi İsrâ gecesinde kazanmıştır:
Hudâ’nın Arş-ı Âlâ’sı türâb-i na’l-i pâyindir
Şeb-i İsrâ’da kesbetti şerâfet yâ Resûlullah
Elmastraş–zade Hilmi de (ö. 1881), aynı gerçeği dile getirmek maksadıyla şöyle sesleniyor:
Ey Allah’ın Resûlü! Senin ayağının bastığı toprağın tozu, şüphesiz en büyük iksir ve meleklerin gözlerinin cilasıdır:
Gubâr-ı hak- i pâyin lâ-cerem iksîr-i a’zamdır
Cila-yı dîdehâ-yı kudsiyândır ya Resûlallah
Resulullah efendimizin aşıkları, o mübarek ayakları öpüp başlarına taç etmek arzusuyla yanıp tutuşmuşlardır.
Gökyüzündeki dokuz gezegen, senin mübarek ayağının bastığı yeri öpmek için, Harem-i Şerifin etrafında dokuz dolanırdı diyen Hakanî, bu arzuyu ne güzel anlatır:
Nuh felek öpmeğe hâk–i kademin
Gökte dokuz dolanırdı Harem’in.
1603-1617 yılları arasında hüküm süren ve Bahtî mahlasıyla şiirler yazan Birinci Sultan Ahmed, Fahr-i Cihan efendimizin gerçek aşıklarından biriydi. Birgün kendisine mukaddes emânetler gösteriliyordu. O nurdan ayakları öpmekten mest olmuş bahtiyar nalınları eline aldı; hürmetle ve hasretle seyretmeye başladı. Derin bir manevî hazzın gönlünü doldurduğunu hissetti ve oracıkta dudaklarından şu kıt’a döküldü:
N’ola tâcım gibi bâşımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şah-ı rusulün
Gül-i gülzâr-i nübüvvet o kadem sâhibidir
Bahti’yâ durma yüzün sür kademîne o gülün
Bu kıt’ada Sultan Ahmed şöyle diyordu:
Peygamberler Sultanı Resûl-i Muhterem’in o tertemiz ayaklarını, tıptı tâcım gibi hep başımda taşıyabilsem ne olur! Ey Bahtî! O mübarek ayağın sahibi, peygamberler yetiştiren müstesna gül bahçesinin eşsiz bir gülüdür. Haydi hiç durma, o Gül’ün mübarek ayaklarına hemen yüzlerini sür!
Sultanları sultan yapan, Resûlullah aşkıdır. Viran gönüllere can veren O’nun sevdasıdır. O’na tutunmadan Allah’a varmak, Allah’ın rızasını kazanmak mümkün değildir.
Cenab-ı Mevla’dan gönüllerimize O’nun aşkıyla can vermesini niyaz edelim.