Son Bahtiyar
YYaşar Kandemir hocamızın 1990 Ekim ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 056, Sayfa: 020)
Sultan-ı enbiya efendimizin Cenab-ı Hak nezdinde pek üstün bir yeri vardır. Sözgelimi Mîrac’ta melekler de dahil hiçbir varlığın gitmesine izin verilmeyen Sidretü’l-münteha’dan ötelere geçmesi, ta Kaabe Kavseyn‘e varıp dayanması, sadece ona mahsus bir haldir.
Cenab-ı Barî’nin bu özel davetlisî orada neler gördü? Neler seyretti? Kendisine neler sunuldu? Nelerin bilgisi verildi? Bunların çoğunu bilemiyoruz. Ama onun cennete, cehenneme varıncaya kadar, gayb hudutları içinde bulunan nice harikulade hallere vakıf kılındığını biliyoruz. Gerçi efendimiz bazan bir namaz esnasında bile cenneti, cehennemi ve diğer bilinmeyenleri görüp seyretmiştir. Gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmediğine, bilemeyeceğine derin imanımız var. Bununla beraber o gayb hazinelerinin sahibi, özel misafirine bu hazinelerden bir kısmını göstermeyi murad etmişse, kim ne diyebilir? Bilgi sınırının ötelerinden, çok ötelerinden haber veren bazı hadis-i şeriflerde, bu nevi konularda gözümüzü aydınlatan, gönlümüze derin huzur veren bilgi kırıntıları bulunmaktadır.
Ahiret hayatıyla ilgili öyle hadis-i şerifler vardır ki, onları her okuyuşta derin bir haz duyarız. Her defasında gönlümüz yepyeni bir ümitle dolar. Bunların en parlak numunelerinden biri, Efendimiz’in o güzelim üslubuyla pek tatlı bir şekilde anlattığı, cehennemden en son çıkan mü’minin macerasıdır.
O Ağacın Altı
Günahı nisbetinde cezasını çekip bitirmiş olan o mü’min, cehennemden çıkma iznini koparınca, kendini dışarı atmak ister. Fakat her yanı yara bere içinde olduğu ve yürüyüp gidecek mecali bulunmadığı için düşe kalka, bazan emekliye emekliye ilerler. Cehennem alevi arada bir yüzünü yalamakta, onu müşkül durumda bırakmaktadır.
Dışarı çıkınca, kendisini cehennemden kurtardığı için önce Allah’a hamd ü sena eder. Onun, gelmiş geçmiş hiçbir kimseye ihsan etmediği şeyleri kendisine verdiğini söyler. Derken uzaklarda bir ağaç görür. Cehennemin pis kokusunu hâlâ hissettiği için, oradan bir an önce kurtulmak arzusuyla Allah Teala’ya yalvarır:
– Ya Rabbî! Beni şu ağacın yanına götür de gölgesinden faydalanayım. Oradaki sudan içip hararetimi söndüreyim, der.
Allah teala hazretleri ona buyurur ki:
– Ey insan! Ben seni iyi bilirim. Şimdi istediğini versem, biraz sonra daha başkasını istersin.
– Hayır, istemem, ya Rabbî! diye söz verir. Kulunun yapısını çok iyi bilen Vacibü’l-vücud hazretleri, insanoğlunun, dayanamayacağı bir şey karşısında, verdiği sözü unutacağını çok iyi bilmekle beraber o kimseyi ağacın altına götürür. Bu bahtiyar mü’min, yıllarca çektiği bin bir azabtan sonra, en mükemmel olarak gördüğü bu mesirelikte dinlenip keyfine bakar.
Fakat bir müddet sonra, ileride, çok daha güzel bir ağaç görür. Dayanamaz:
– Ya Rabbî! Beni o ağacın yanına götür de oradaki güzelliklerden faydalanayım, diye yalvarır. Allah teala ona verdiği sözü hatırlatır:
– Seni o ağaca götürsem, bir başkasını daha istersin, buyurur. Ama kulunun huyunu bildiği için isteğini yerine getirir.
Derken kendisine cennet kapısına yakın bir ağaç gösterilir. Bunun manzarası çok daha gönül okşayıcıdır. Dayanamaz. Bir daha boyun büker. Oraya götürüldüğü takdirde başka bir şey istemeyeceğine söz verir. Sonunda isteğine kavuşur. Fakat burası cennetin sınırında bir yerdir. Bir adım ötesi cennettir. İçerideki bahtiyarların gülmeleri, şakımaları, eğlenmeleri dayanılacak gibi değildir. Bizimki bir durur, iki durur. Sonunda Rabbine bir daha boyun büker:
-Ne olur Rabbim! Beni cennete koy! der. Belli ki kulunun niyazından, el açıp yalvarmasından memnun olan Cenab-ı Barî:
– Ey Ademoğlu! Acaba senin bu isteklerin nasıl son bulur? Sana cennette dünya büyüklüğünde, hatta bir o kadar daha yer versem, razı olur musun? buyurur.
Bu söz o zavallıyı adeta perişan eder. Çünkü onun zannına göre cennet tamamen parsellenmiş, herkes yerini tutmuştur. Ona bir evlik bile yer kalmamıştır. Allah Teala’nın bu teklifi olacak şey değildir. Hayretle sorar:
-Ya Rabbî! Sen alemlerin rabbi olduğun halde benimle alay mı ediyorsun?
Allah Teala kulunun bu sorusuna şu cevabı verir:
– Ben seninle alay etmiyorum. Fakat ben dilediğim her şeyi yapabilirim.
Aziz kardeşler! Burada Efendimiz’in bir başka hadisini hatırlayalım. Hani çölde seyahate çıkan bir zat vardı ya! Üzerinde yol azığı ve suyu bulunan devesini kaybetmiş, bir müddet sonra devesini karşısında görünce, aşırı bir sevince kapılmış, hayret ve şaşkınlık içinde Allah Teala’ya şükrünü dile getirirken:
“Rabbim! Biliyorum ki, sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim” demişti.
Cehennemden en son çıkan adamın hiç ummadığı bir anda, beklemediği bu güzel teklif ile karşılaştığında gösterdiği tepki ötekinin sevincine ne kadar benziyor değil mi? Demek ki insanoğlu büyük mutluluklar karşısında ifadeyi şaşırıyor; ne söylediğini bilemiyor.
Burada bir nükteyi daha belirtelim. Hadisimizin ravisi olan Abdullah İbni Mes’ud hazretleri, rivayet esnasında buraya gelince gülmüş; sonra da etrafındakilere:
– Niye güldüğümü sorsanıza, demişti. Yanındakiler:
– Niye gülüyorsun? deyince şunları anlatmıştı:
– Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hadisin burasında güldü. Ashab-ı kiram da:
– Niye gülüyorsun, ya Resûlallah? diye sordular. Resûl-i ekrem:
– Kendisine dünyanın iki misli büyüklüğünde bir cennet verilen adam “Ya Rabbî! Sen alemlerin rabbi olduğun halde benimle alay mı ediyorsun” demesi üzerine Allah Teala’nın tebessümünü düşünüyorum da ona gülüyorum, buyurdu.
Erhamü’r-rahimîn olan Yüce Mevla’mızın dünyadaki sonsuz lütuflarından başka, mü’min kullarına ahirette ihsan edeceği pek müstesna nimetleri vardır. Hoş olanı da bunları lütfediş şeklidir. Cehennemden en son çıkan kuluna verdiği o güzelim nimeti takdim tarzı ne kadar çarpıcı ve gönül okşayıcıdır. Bizim için önemli olan, bu ilahî lütuflara layık olmaya çalışmaktır.
Daha Nelerim Var!
Efendimizin şimdi arz edeceğim hadis-i şerifi, Rabbü’l-alemîn olan Mevla’yı mütealin kuluna olan sevgisini ve onu nasıl sevindirdiğini pek güzel anlatıyor. Olayın kahramanı yine cennete en son giren, dolayısıyla cehennemden en son çıkan kimsedir.
Bu zat kıyamet günü getirilecek ve:
– Şuna küçük günahlarını gösterin; büyük günahlarını göstermeyin, denilecek. Küçük günahları tıpkı bir sinema şeridi gibi gözünün önünden geçerken kendisine:
– Sen falan gün şu, şu, şu işleri yaptın. Filan gün de şunları, şunları yaptın, denilecek. O zat yaptıklarını inkâr edemeyecek. Büyük bir üzüntü ile:
– Evet, doğru. Bunları yaptım, diyecek. Büyük günahlarının da aynı şekilde kendisine gösterileceğini ve onların da hesabı sorulacağını düşünerek korkacak. Derken kendisini Allah Teala’nın bağışladığı, ayrıca büyük bir lütufta bulunarak, yaptığı her kötülüğe karşılık bir sevap verdiği söylenecek. Büyük günahlarının ortaya çıkmasından ödü kopan adam, hiç ummadığı bu mükafat karşısında hudutsuz bir sevince kapılarak:
– Ya Rabbî! Ben birtakım şeyler daha yaptım ki, onları burada göremiyorum, diyecek.
Bu hadis-i şerifi rivayet eden Ebu Zer-î Gifarî(radiye anhü’lBarî) hazretleri diyor ki:
– Bunları söyledikten sonra Resûl-i ekrem efendimizin yüzüne baktım. O kadar güzel tebessüm ediyor ki, mübarek dişleri parlıyordu.
Fahr-i kainat efendimiz birşeyden hoşlanınca, böyle tatlı tatlı gülerlerdi.
Bu ilahî lütuflar, Cenab-ı Hakkın, biz aciz kullarına olan iltifat, muhabbet ve merhametinin emsalsiz örnekleridir. Bütün hatalarına, günahlarına ve isyanlarına rağmen, kendisine iman ettikleri takdirde, onlardan vazgeçmediğinin zatına yakışır alametleridir. Develi’nin yanık aşığı Seyranî bu sırrı ne güzel yakalamıştır:
Kelb kelb iken yavrusundan geçmezken
Rabbim Seyrani’den geçer mi bilmem