Sabret Gönül
YYaşar Kandemir hocamızın 2000 Aralık ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 178 Sayfa: 024)
Kur’ân-ı Kerîm’de yüzden fazla âyette mü’minlere sabır tavsiye edilmektedir. Efendimiz’in seçkin ashâbından Abdullah İbni Mes?ûd “Sabır imanın yarısıdır” diyor. Öteki yarısı da şükürdür. Demekki “İman ettim” demekle iş bitmiyor, imanı olgunlaştırmak, mükemmelleştirmek gerekiyor. İbadet ve iyiliklerimizle mükemmele doğru derece derece yükselmemiz icab ediyor.
Sabırlı bir mü’min olmamız için Allah Teâlâ tam yirmi üç defa “Sabırlı olun” diye emrediyor:
“Allah hükmünü verinceye kadar sabret!” [Yûnus (10), 109] buyururken, yapılan zulümlerin, haksızlıkların hiçbir zaman yerde kalmadığını, göz yaşlarının boşuna akıtılmadığını herkesin göreceğini söylüyor.
“Sabret! Sana zorluklara dayanma gücünü verenin yalnızca Allah olduğunu bil!” [en-Nahl (16), 127] buyururken de, mazlûmların boğazına yapışan ellerin bir gün yana düşeceğini belirtiyor; zulümden kurtulmak için çıkmaz sokaklara girmemek, ses vermeyen kapıları çalmamak gerektiğini hatırlatıyor. Müslümanın zorluklara dayanması, dayanma gücünü yalnızca Allah’ta araması, sadece O’na el açması ve O’ndan yardım dilemesi gerektiğini unutmamaya çağırıyor.
Zor karşısında dişini sıkıp dayanmak elbette kolay değildir. Ama Allah Teâlâ bunun yolunu gösteriyor, sabırlı olabilmek için namaz kılarak yeterli enerjinin toplanacağına mü’minlerin dikkatini çekiyor. “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. ?üphesiz Allah sabredenlerle beraberdir ” buyuruyor [el-Bakara (2), 153].
Başa bir sıkıntı gelince, gerçeklerden habersiz kimseler “Yaptığını buldu” derler. Hayır, bu doğru değildir. Mü’minin başına gelen sıkıntılar onu cezalandırmak için verilmez. Resûl-i Ekrem Efendimiz mü’minin tıpkı ekin gibi olduğunu, ekini rüzgârın sallayıp durduğu gibi mü’mini de sıkıntıların devamlı şekilde yokladığını, münafığın ise çama benzediğini, kesilmedikçe sallanmadığını haber vermiştir (Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Münâfıkîn 58). Bir de şu hadîs-i şerife kulak verelim: “Erkek olsun, kadın olsun mü’min Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik olmaz” (Tirmizî, Zühd 57). Evet, bu mesele hiç de sanıldığı gibi değildir. Allah Teâlâ bu değişmez âdeti Peygamberine öğretirken “O kesin kararlı peygamberlerin dayandığı gibi sen de sıkıntılara karşı var gücünle dayan!” buyuruyor [el-Ahkâf (46), 35]. Böylece bize, en sevdiği kullarının başından sıkıntının eksik olmadığını hatırlatmakla kalmıyor, o yiğitler gibi direnmek, dayanmak gerektiğini söylüyor.
Sabırda Hayır Var
Bazan gönlümüz iyice daralır, sabretmenin bir tür zaaf, bir nevi tâviz verme olduğunu düşünerek “ne zamana kadar bu boyun eğme!” diye söyleniriz. Zira bizim tahammül gücümüz sınırlıdır. Kabımız çabucak dolar, taşar. Halbuki Allah Teâlâ sabredip güçlüklere göğüs germenin bizim için daha iyi, daha hayırlı olacağını hatırlatır durur [en-Nahl (16), 126; el-Hucürât (49), 5]. Sabrın, tıpkı şükür gibi mü’minin ayrılmaz bir özelliği olduğunu bilmemizi ister.
Zorluklara katlananlara sadece âhirette sayısız ödül verilmekle kalmayacak, dünyada da onların elinden tutulacak, yüzleri gülecektir. Sıkıntılara göğüs gerer ve Allah’a karşı gelmekten sakınırlarsa, düşmanlarının hile ve tuzakları onlara zarar vermeyecektir [Âl-i İmrân sûresi (3), 120]. Evet, sıkıntılara göğüs gerdikleri ve Allah’a karşı gelmekten sakındıkları takdirde, tıpkı Bedir Gazvesi’nde ve diğer savaşlarda olduğu gibi, düşmanların saldırısı Allah’ın yardımıyla püskürtülecek ve kurdukları tuzaklar bozulacaktır [Âl-i İmrân sûresi (3), 125].
Sabırla denenmek, yeni bir imtihan şekli değildir. Eski milletler de bu ateş çemberinden geçmişlerdir. Onlar sıkıntılara katlandıkları ve Allah’ın buyruklarına kesin şekilde inandıkları zaman, Allah Teâlâ onların arasından, doğru yola götüren önderler çıkarmıştır [Secde sûresi (32), 24]. Evet, şunu asla unutmamalı: Allah’ın yardımına nâil olmanın tek şartı sıkıntılara göğüs germek, Allah’a karşı gelmemek ve O’nun buyruklarına kesin şekilde inanmaktır. İşte o zaman kervan yolda kalmayacak, arkadan gelen nesiller daha mükemmel bir hayata kavuşacaklardır. Kısacası biz, bizden isteneni yaptığımızda Allah bizimle olacak, bizi sevecek, bize yardım edecek, bizi destekleyecek ve bizi düşmanlarımızdan koruyacaktır.
Kim Kazandı?
Resûl-i Ekrem’in içinde yaşadığı toplum putperestti. Çeşit çeşit heykellere tanrı diye tapanlar, çok sevdikleri putlarını Peygamber aleyhisselâm’ın kabul etmediğini görünce ona düşman oldular; kendisini evlatları gibi yakından tanıdıkları halde bu aziz insana akıl almaz iftiralar ettiler: Büyücü, kâhin, şâir, deli dediler. Bu sıfatların hiçbirinin onda bulunmadığını bile bile ona hakaret ettiler. Kimi amcası, kimi komşusu, kimi akrabası olan bu insafsızların asılsız hakaretleri onun tertemiz gönlünü yaraladı. Kendini yakından, uzaktan ilgilendirmeyen kötü sözlerle suçlanmak kalbini incitti.
Şüphesiz Resûl-i Ekrem’e atılan iftiraların ne kadar üzücü, ne kadar gönül kırıcı olduğunu en iyi anlayacak olanlar, her devirde benzeri suçlamalarla hayatları zehir edilen, gönülleri incitilen mazlûm müslümanlardır. Saçlarını, başlarını başka hiçbir şey için değil, sırf Allah rızâsı için örttükleri halde, bir partinin adamı, bir görüşün militanı olmakla suçlanan, bu yüzden aldıkları akıl almaz cezalarla hayatlarının mecrası değiştirilen, inançlarına ve düşüncelerine bir değer verilmeyen hanımlardır; veya tertemiz inançları dolayısıyla horlanan, ağır iftiralarla suçlanan, mesleklerine son verilip işlerinden çıkartılan, kendilerine duyulan öfke yüzünden mümkün olsa en uzak gezegene fırlatılmak istenen diğer mazlumlardır.
Hayâlin kanadıyla tekrar Asr-ı saâdete dönelim. O gün iktidarı elinde bulunduran ve bu sebeple müminlere her kötülüğü yapma yetkisine sahip olduğunu düşünen zâlimlerin Peygamber Efendimiz’e revâ gördükleri akıl almaz fenalıkları hatırlamaya çalışalım. Ashâb-ı kirâma, özellikle fakir ve kimsesizlere yapılan haksızlıkları gözümüzün önüne getirelim. Bir an için Bilâl olup, göğsümüzdeki kocaman taşların acısını hissetmeye çalışalım. Ebû Cehil’in mızrağı kalbine saplanan Sümeyye olduğumuzu farzedelim. Müslüman olduğu için Mekke’de insanca yaşama hakkından mahrum edilen, eşleriyle ve çocuklarıyla yurtlarını, yuvalarını terkedip bin bir çileyle Habeşistan’a, Medine’ye hicret eden ashâb-ı kirâm efendilerimizin üzüntülerini, kederlerini duymaya gayret edelim.
Onlara bunca zulmü revâ görenler ne istiyorlardı? Benim ilâhıma, benim değerlerime saygı duyacak, benim gibi yaşayacaksın; Tanrı’ndan, O’nun değerlerinden söz etmeyecek, onun buyruklarına göre yaşamayacaksın, diyorlardı. Dediklerini yapmayanları ülkelerinden atıyorlardı. Habeşistan’a, Medine’ye fırlatıyorlardı. Ellerinden gelse bu bir avuç insanı dönüşü olmayan yerlere göndermek istiyorlardı.
Sonunda ne oldu? Kim kaybetti, kim kazandı? Tek cümleyle söylemek gerekirse, Allah’ın buyruklarına kesin şekilde inanan, O’na karşı gelmekten sakınan ve sıkıntılara göğüs geren mü’minler kazandılar. Zaten dünya kurulalı beri hep böyle olmuştur. Binaenaleyh binlerce defa denenmiş kanunu değiştirmek elbette mümkün olmayacaktır.