O’nun Ölçülerine Göre Ben Ne Kadar Müslümanım?
YYaşar Kandemir hocamızın 1998 Temmuz ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 149 Sayfa: 005)
Resûl-i Ekrem Efendimiz bize kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi öğretti. Neye, hangi gözle bakmamız gerektiğini anlattı. En iyiye ve mükemmele nasıl ulaşacağımızı belletti. Kısacası fâni ömrü en iyi şekilde değerlendirmenin yolunu, dünya imtihanında başarılı olmanın yöntemini gösterdi.
Sözlerin en hayırlısının Kur’ân-ı Kerîm, gidilecek yolların en iyisinin kendi yolu olduğunu kesin bir dille söyledi. Allah’ın kitabını elimize alarak kendi yoluna düşmemizi, Kitâbullah’ı okuya okuya, buyruklarını yapa yapa izinden gitmemizi tembih etti. Böyle yaptığımız takdirde hiçbir yanlışa düşmeden, bizi yutmayı bekleyen kurtlara yem olmadan yolun sonuna varacağımızı hatırlattı.
Gösterdiği yolun cennete çıkacağını, ama daha önce sarp dağlardan, taşlı, dikenli yerlerden geçeceğini bildirdi. Zahmetli de olsa bu yoldan gitmeye bakın, dedi. Daha düz ve câzip, âdeta güllük, gülistanlık görünen ikinci bir yoldan daha bahsederek o yolun cehenneme çıktığını söyledi; sakın o yola girmeyin diye sıkı sıkı tembih etti. “Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmıştır; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır” buyurdu (Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1). Nefsin istekleri ne kadar câzip de olsa onlara boyun eğmemek, ibadetler ve diğer buyruklar nefse ne kadar zor ve ağır da gelse onları seve seve yapmak gerektiğini belirtti. “Cennet size ayakkabı bağınızdan daha yakındır, cehennem de öyle” (Buhârî, Rikak 29) diyerek cennetin de, cehennemin de bize pek yakın olduğunu hatırlattı. Tercih edeceğimiz hayat tarzına göre cennete de, cehenneme de kolayca girebileceğimizi anlattı. Yapacağımız işlerle, hatta söyleyeceğimiz sözlerle cenneti veya cehennemi kolayca kazanabileceğimizi gösterdi. Söylediğimiz güzel bir söz sebebiyle Allah’ın hoşnutluğunu kazanabileceğimizi, iyice düşünüp taşınmadan söyleyeceğimiz bir söz sebebiyle de cehennemi boylayabileceğimizi hatırlattı (Buhârî, Rikak 23).
Fırsat Elde İken
Şu halde insanın her sözü, her hareketi hesaplı olmalıdır. Hayatta tesadüflerin yeri yoktur. Kâinatta her şey inceden inceye hesaplanmış ve bir plana bağlanmıştır. Öyleyse insanın kalbi, dili ve diğer organları bu ilâhî proğrama uygun olmalıdır. Şu iki günlük dünyada hiç kimsenin yanlış yapma ve doğruyu, deneyip yanılarak bulma lüksü yoktur. Kendisini mutlaka cennetin kapısına götürecek bir yaşama biçimini tercih etme ve hayatını ona göre tanzim etme mecburiyeti vardır. Bu tek, yegâne, ikincisi bulunmayan hayat tarzı Resûlullah Efendimiz’in bol örnekleriyle gösterip ortaya koyduğu İslâmî yaşama biçimidir.
Dünyayı, hayatı ve bizi yaratan Allah Teâlâ, bize verdiği bu kısa ömre birçok iyiliği sığdırmamızı istemekte ve “Yarış edercesine hayır işlerine koşun” buyurmaktadır (Bakara sûresi 2/148). Efendimiz aleyhisselâm hayırlı işlere koşmanın gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Faydalı işler yapmakta acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır” (Müslim, Îmân 186). Demekki ortalığı fitne karanlığı kaplayınca, kargaşalar her yanı sarınca, insanoğlu başının derdine düşecek, ibadet ve iyilik etmeye zaman ve fırsat bulamayacaktır. Canını ve ailesini kurtarmaya bakacaktır. Peygamber Efendimiz bu hadisin devamında, o korkunç günler gelince insanın kendini bu fitnelerin akıntısına kaptıracağını hatırlatmakta ve “O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar”buyurmaktadır (Müslim, Îmân 186). Anlaşılan, o korkunç günlerde dinle hiçbir şekilde bağdaşmayan birtakım görüşler hayata hâkim olacak, her yanı sarıp kuşatacak olan bu yabancı değerlerin tesiriyle insan ölçüyü kaybedecek, din ile dinsizliği birbirinden ayıramayacak ve sonunda en değerli sermayesi olan imanını kaybedebilecektir. İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz şu sayılı nefesleri âzâmî şekilde değerlendirmemizi, fırsat elde iken bir an önce hayır ve iyilik yapmamız gerektiğini pek çarpıcı bir örnekle ortaya koymuştur.
Bir gün Peygamber-i Zîşân Efendimiz ikindi namazını henüz kıldırmıştı. Selâm verir vermez yerinden kalktı, safları yararak süratle arkaya doğru gitti ve evine girdi. Onun sâkin, yumuşak ve ağır başlı haline alışık olan sahâbîler, Fahr-i Kâinât’ı böylesine telaşlı görünce derin bir hayrete düştüler. Acaba hangi önemli olay Resûlullah’ı telaşlandırdı, diye endişeyle beklediler. Allah’ın Resûlü çok geçmeden geri döndü. Ashâbının merakla kendisine baktığını görünce onlara durumu şöyle açıkladı:
“Sadaka olarak dağıtılmak üzere eve bir miktar altın (veya gümüş) bırakmıştım. Namazda onu hatırladım. Bu malın beni hayırda acele etmekten alıkoymasını istemedim ve hemen dağıtılmasını emrettim” (Buhârî, Ezân 158, Zekât 20).
Hayatı, ölümü, ölüm sonrasını herkesten iyi bilen o büyük Peygamber, yapmayı düşündüğümüz iyilikleri fırsat elde iken bir an önce yapmamız gerektiğini bu unutulmayacak misâlle ortaya koymuştur. Demekki bizim şöyle düşünmemiz gerekiyor: “İçinde bulunduğum şu an benimdir; onu kendi lehime kullanabilirim; bir hayır ve iyilik yaparak zamanı kendi lehime çevirebilirim. Yapmayı düşündüğüm iyiliği yarına bırakırsam, yarın benim olmayabilir. Yapacağım bir hayırla “zamana” damgamı vurabilirsem, işte o “zaman” benimdir. Damgamı vuramadığım bir zaman dilimi, benim sırtıma damgasını vurarak “Bunun kullanım süresi bitti” diye beni bir kenara fırlatabilir.
Uhud Gazvesi’nin o iddiasız kahramanını burada bir kere daha hatırlamalıyız. Hani Uhud savaşı devam ederken elindeki hurmaları yiyerek Peygamber aleyhisselâm‘ın yanına gelen bir sahâbî, savaşta öldürüldüğü takdirde kendisine ne olacağını, nereye götürüleceğini sormuş, “cennete!” cevabını alınca, dünyada boşuna vakit geçirmenin mânasızlığını düşünmüş olmalı ki, elindeki hurmaları fırlatıp savaşa dalmış ve birçok düşmanı tepeledikten sonra şehid düşmüştü.
Ashâb-ı kirâm Hz. Peygamber’in tavsiyesini tutarak hayırda acele etmenin pek canlı ve çarpıcı örneklerini ortaya koymuşlardır. Şüphesiz onlar da bizim gibi birer insandı. Onlar zamana damgalarını vurup gittiler. Şimdi sıra bizde.
Bir İç Hesaplaşma
Bizim en önemli meselemiz iyi bir mü’min olabilmektir. İyi mü’min olabilmek için de kendimizi her an hesaba çekmemiz yani düşünce ve davranışlarımızı her an kontrol etmemiz gerekmektedir. Peygamber Efendimiz bu konuda bize şunları söylemektedir:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır” (Tirmizî, Kıyâmet 25). Diğer bir söyleyişle, akıllı adam, kıyamette hesaba çekilmeden önce kendini dünyada hesaba çeken kişidir. Hazret-i Ömer‘in konuyla ilgili sözü ne kadar güzeldir:
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Allah’ın huzurunda vereceğiniz o büyük hesaba kendinizi şimdiden hazırlayınız. Kendini daha dünyada iken hesaba çekenlerin âhiretteki hesapları kolay geçecektir.”
Kendini hesaba çekmenin çeşitli yolları vardır. İnsan kendine bazı sorular sormak ve bu soruların cevabını aramak suretiyle de nefis muhâsebesi yapabilir.
Şimdi bunun küçük bir denemesini yaparak kendimize şöyle sorabiliriz:
Acaba ben, konuştuğum zaman faydalı ve hayırlı sözler söylüyor muyum? Çünkü Resûlullahaleyhisselâm: “Allah’a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun”buyurmuştur (Buhârî, Edeb 31; Müslim, Îmân 74). Demekki ben konuştuğum zaman hem kendime hem başkalarına fayda verecek sözler söylemeliyim. Aksi halde konuştuğum her faydasız ve zararlı sözün hesabı benden sorulacaktır. Çünkü Allah Teâlâ benim yanımda beni gözetleyen, konuştuğum her sözü yazmaya hazır vaziyette bekleyen bir melek bulunduğunu haber vermektedir (Kaf sûresi 50/18). Ben Allah’a da inanıyorum, âhirete de inanıyorum. İnsanlara fayda verecek bir şey söylemeyeceksem, susmalıyım. Amel defterimi, aleyhime olacak sözlerle doldurmamalıyım. Konuşacağım her faydasız söz kalbimin katılaşmasına, benim Allah’tan biraz daha uzaklaşmama sebep olacaktır. Öyleyse ben faydamı ve zararımı bilmeliyim.
Acaba ben din kardeşlerimi, onların hoşuna gitmeyecek şekilde anıyor, gıybetlerini yapıyor muyum? Şayet onların bulunmadığı yerde, kendilerinde olan bazı kusurları söyleyerek bu kardeşlerimi çekiştirirsem, sözlerimi duydukları zaman üzülürler. Nitekim Peygamber Efendimiz kısa boylu bir adamın bulunmadığı yerde onun kısalığından söz etmenin bile haram olduğunu söylemiş, insanların şeref ve namusuyla oynamak kabul ettiği bu tür sözleri yasaklamıştır. Şayet ben insanları, duydukları zaman üzülecekleri sözler söyleyerek çekiştirirsem, hem onların kalbini kırmış hem de gıybetlerini yaparak günah kazanmış olurum. Böyle bir şeyi kesinlikle yapmamalıyım.
Acaba ben, birilerini çekiştirenleri yani onların gıybetini yapan kimseleri dinliyor muyum?Halbuki Allah Teâlâ iyi mü’minlerin boş ve faydasız şeylerden yüz çevirmeleri gerektiğinisöylüyor (Mü’minûn sûresi 23/3); üstelik dinlediği sözlerden dolayı kulakların sorumlu olduğunu belirtiyor (İsrâ sûresi 17/36). Öyleyse ben Resûl-i Ekrem Efendimiz’in tavsiye ettiği gibi, ya din kardeşimin haysiyetini, ırz ve namusunu, onu çekiştirenlere karşı korumalıyım (Tirmizî, Birr 20) veya böyle meclislerden kalkıp giderek tavrımı koymalıyım.
Acaba ben insanların arasını bozmak için söz taşıyor yani koğuculuk yapıyor muyum? Peygamber Efendimiz’in “Koğuculuk yapan cennete giremez” (Buhârî, Edeb 49,50) buyurduğunu, insanların arasını bozmak için laf taşıyanların kabirlerinde azâb göreceklerini söylediğini unutmamalıyım.
Acaba ben yalan söylüyor muyum? Halbuki benim Peygamberim yalancılığın müslümana yakışmayacağını, bunun münafıkların huyu olduğunu, görmediği bir rüyayı gördüm diye anlatmanın bile yalancılık sayıldığını, yalancının önünde sonunda cehenneme gireceğini haber veriyor (Buhârî, Edeb 69, Îmân 24, Ta?bîr 45, 48). Ben yalanın her türlüsünden sakınmalıyım. Şahsiyetli bir müslüman olduğumu hiçbir zaman unutmamalıyım.
Acaba ben bir müslümana haksız yere sövüp sayarak onu incitiyor muyum? Halbuki benim Peygamberim müslümana sövmenin fâsıklık yani hak yoldan sapmak olduğunu bildiriyor (Buhârî, Îmân 36). Şu iki günlük dünyada hem başkasını inciterek hem de hak yoldan saparak kendime iki defa yazık ediyorsam, bu akıl kârı mıdır?
Benim Rabbim müslümanlar birbirinin kardeşidir buyuruyor, benim onlara şefkatlidavranmamı emrediyor (Hucurât sûresi 49/10; Hicr sûresi 15/88). Peygamberim de mü’minlerin tıpkı bir binanın parçaları gibi birbirlerine tutkun olmaları gerektiğini, müslümanın din kardeşinidüşmana teslim etmeyeceğini, sıkıntıda ise sıkıntısını gidereceğini, darda ise elinden tutacağını, zorda ise ihtiyaçlarını karşılayacağını, onların birbirlerine tıpkı bir beden gibi sargın olacaklarını, birbirinin derdiyle dertleneceklerini söylüyor (Buhârî, Mezâlim, 3, 5, Edeb 27; Müslim, Birr 58, 65, 66, Zikir 38). Ne yazıkki bugün dünyanın her yerinde müslümanlar horlanıyor. Dinlerini yaşamalarına izin verilmiyor. Onların kimi varlık mücadelesi, kimi müslümanca yaşama mücadelesi veriyor. Kendi memleketimde din kardeşlerim müslümanca yaşamak uğruna işlerinden atılırken, eğitimde fırsat eşitliği olduğundan söz edildiği halde din kardeşlerim okullarına, fakültelerine alınmazken, onları koruyup kollayacak güçler tarafından bir düşman gibi, bir terörist gibi dövülüp incitilirken ben ne yapıyorum? Bu utanılacak olaylar karşısında ne hissediyorum? Onların derdi benim gönlümü ne ölçüde yakıyor? Onların acısını kalbimin derinliklerinde ne kadar hissediyorum?
Benim Peygamberim “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz” buyuruyor (Buhârî, Îmân 7). Yine benim Efendim müslümanların karşılıklı görevlerinden söz ederek birbirinize selâm verip alın, hastalandığınız zaman birbirinizi ziyaret edin, ölenlerinizi defnedin, haksızlığa uğrayanlara yardım edin, davet edenin davetine katılın, buyuruyor (Buhârî, Cenâiz 2, Mezâlim 5; Müslim, Selâm 4). Acaba ben din kardeşlerime ne ölçüde yakınlık duyuyor, onlarla ne kadar ilgileniyorum? Haksızlığa uğrayan kardeşlerime ne kadar yardım ediyor, yanlarında ne ölçüde yer alıyorum? Kısacası ben onlara ne kadar değer veriyorum?
Netice itibariyle benim Peygamberim Allah’tan aldığı buyrukları getirdi, uymam ve uygulamam için ortaya bir hayat tarzı koydu. Bana, dünya imtihanında başarılı olmanın yolunu ve usulünü gösterdi. Acaba ben onun ortaya koyduğu hayat tarzını ne kadar benimsiyorum? Onun buyruklarına ne kadar saygılı, sünnetine ne kadar bağlıyım? Hepsinden önemlisi, acaba ben, onun koyduğu ölçülere göre ne kadar müslümanım?