Onu Allah Böyle Severdi
YYaşar Kandemir hocamızın 2006 Şubat ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 240 Sayfa: 028)
Kâinâtın Rabbi, Sevgili Peygamberine
pek büyük nimetler verdi.
Gönlündeki sıkıntıları, yolundaki engelleri
bir bir giderdi.
İnşirâh sûresi’nden öğrendiğimize göre,
bir zamanlar Peygamber Efendimiz de
doğruyu bilmiyordu, eğriyi bilmiyordu.
Eğriler, insanı boğacak kadar çok,
belini kıracak kadar ağırdı.
Yanlışlar, önünde dağ gibi duruyordu.
Bunları gördükçe,
gönlü sıkıntılar içinde burkuluyordu.
İşte böyle bir buhran içindeyken,
Kâinâtın Rabbi ona doğru yolu gösterdi.
Kötülüklerden nefret ettirdi.
İçindeki sıkıntıları attı, gönlünü ferahlattı.
Çünkü ona büyük bir görev verecekti.
Onun eliyle dinini yeniden diriltecekti.
Ona ilim ve hikmeti öğretecekti.
O zamanlar Mekke küçücük bir yerdi.
Orada Resûlullah’a el-Emîn deseler bile,
dünya onu bilmezdi.
Cenâb-ı Hak Habîbini bütün kâinata tanıttı.
Artık “Lâ ilâhe illallah” diyen,
ardından “Muhammedün Resûlullah” diyecekti.
“Eşhedü enlâ ilâhe illallah” diyen,
“Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” diyecekti.
Ezanlar, kıyamete kadar bütün kâinata
Allah’ın adıyla birlikte onun adını da duyuracaktı.
Çünkü Allah Teâlâ,
Süleyman Çelebi’nin dile getirdiği gibi:
“Bile yazdım âdım ile âdını” buyurmuştu.
Ona Resûlullah diyen, Allah’ı Rab kabul etmiş olacaktı.
Allah Teâlâ İnşirâh sûresi’nde
Resûlüne çok önemli ilkeler öğretti:
Artık boş durmak yoktu.
Bir işi bitirince bir başka işe girişecekti.
Ve şunu da iyi bilecekti:
Zorluk varsa, yanında kolaylık da vardı.
Önemli olan başkasına değil,
Rabbine bağlanmaktı.
Rabbi Onu hiç üzmezdi
Seven, sevdiğini üzmemeli,
Ona güzel söz söylemelidir.
Sevdiğine laf vurup kaçmamalı,
kalbinde şifasız yaralar açmamalıdır.
İşte bunun için Allah Teâlâ
Resûlünün gönlünü pek gözetirdi.
Zaman zaman onu uyardığı da olurdu.
Ama uyarmadan önce gönlünü alırdı.
Bilirdi ki, Resûl-i Ekrem’i
Allah’tan en çok korkan,
ve ona en saygılı olandı
(Buhârî, İman 13; Müslim, Sıyâm 74)
Şu olay ve ardından inen âyet,
anlatmaya çalıştığım bu derin muhabbetin misâllerinden sadece biridir:
Sıcak mı sıcak bir mevsimdi.
Güneşin insanı çarptığı,
gölgenin “gel bana” diye göz kırptığı bir demdi.
İşte o günlerde Tebük Savaşı çıktı.
Peygamber Efendimiz herkesin savaşa hazırlanmasını emretti.
Batan gemiyi önce fareler terk edermiş ya.
Münafık dediğimiz sözde Müslümanlar,
savaştan kaçmak için Resûl-i Ekrem’e gelip
bahaneler uydurdular.
“Çok önemli işimiz var, bize izin ver” dediler.
Allah’ın Sevgili Elçisi de
“Bu gönülsüzlerden ne köy olur ne kasaba”
diye onlara izin verdi.
Allah Teâlâ bu izni yerinde bulmadı.
Bu tabansızlara, savaştan neden kaçtıkları mutlaka sorulmalıydı.
İşte bunu Resûlüne hatırlatmak istedi.
Ama Kâinâtın Gözbebeği’nin hassas kalbi
bu ikaza nasıl dayanırdı?
Onun için Merhametli Rabbimiz,
sevgiliyi üzmemek ilkesini uyguladı.
Ve “Allah seni affetsin” diye söze başladı.
Ardından şöyle buyurdu:
“Neden kimin doğru söylediğini,
kimin yalan söylediğini iyice anlamadan
onlara izin verdin?” (Tevbe 9/43).
Sevgiliyi uyarmadan önce gönlünü okşamak,
demek ki ilâhî ahlâkın gereğiydi.
Bakma onların lâfına
Kâfirler Allah’ın dinini inkâr ediyordu.
Resûlullah’a şair diyor, deli diyordu.
Bu sözler Efendimiz’i pek incitiyordu.
Hele “yalancı” demeleri
pek ağırına gidiyordu.
Efendimiz’in yalancı olmadığını bu kâfirler çok iyi biliyordu.
Yıllarca “el-Emîn” dedikleri kimse
birdenbire nasıl yalancı oluyordu?
Allah Teâlâ Resûlünün üzüldüğünü görünce
Onu şöyle teselli etti:
“Biliyoruz Habibim,
Onların lâfı seni pek incitiyor.
Çünkü onlar sana yalancı diyor,
yalancı dedikleri sen değilsin onların.
Gerçeği bildikleri halde, o zâlimler
Bizim âyetlerimizi inkâr ediyor” (En’âm 6/33).
Peygamber Efendimiz
kâfirlerin kâfirce sözlerine üzülse bile,
onların yola gelmesini çok isterdi.
Kur’an’a inanmıyorlar diye
âdeta kendini yerdi.
Ama Cenâb-ı Mevlâ, Sevgili Resûlünü
boş yere üzülmesin diye şöyle teselli etti:
“Habibim!
Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye
kendini yiyip bitirme!
Onlar için böylesine üzülme!
Kendini harap edip tüketme!”
(Kehf 18/6; Şuarâ 26/3; Fâtır 35/8).
Sevgi sözcükleri
Cebrâil aleyhisselâm Efendimiz’e pek sık gelirdi.
Yeni bir âyet getirmese bile,
Onunla oturup halleşirdi.
Bir defasında bu ziyareti gecikti.
Kâfirler buna pek sevindi.
Hele küfür bataklığında debelenen biri:
“Şeytanı onu terk etti” dedi.
Efendimiz bu sözlere pek üzülünce
Kâinâtın Rabbi, Habîbini şöyle teselli etti:
“Gündüze de, durgun geceye de yemin ederim.
Rabbin seni bırakmadı.
Sana olan sevgisini kesmedi.
Senin için âhiret dünyadan daha hayırlıdır.
Rabbin sana öylesine verecek ki, sen hoşnut olacaksın.
O seni öksüz bulup barındırmadı mı?
Şaşırmış bulup yol göstermedi mi?
Yoksul bulup zengin etmedi mi?
Öyleyse öksüzü sen de sakın incitme!
Soranı, isteyeni reddetme!
Rabbinin nimetini her zaman dile getir”
(Duhâ 93/1-11; Buhârî, Teheccüd 4).
Cenâb-ı Mevlâ Habibinin üzülmesini,
düşmanları tarafından incitilmesini
hiç istemezdi.
Hitaptaki incelik
Allah Teâlâ, ona duyduğu sevgiyi,
farklı şekillerde gösterirdi.
Habibine adıyla hitap etmek yerine,
“Ey Resûl! Ey Nebî!” diye iltifat ederdi.
Kimi zaman bu nazlı söyleyiş daha bir incelirdi:
“Ey örtüsüne bürünen!
Ey sarılıp örtünen!” diye daha bir güzelleşirdi.
Halbuki öteki peygamberlere adlarıyla seslenirdi:
“Ey Âdem! Ey Nûh!
Ey İbrâhim! Ey Mûsâ!” derdi.
“Ey Dâvûd! Ey Îsâ!
Ey Zekeriyâ! Ey Yahyâ!” diye hitap ederdi.
Hayatına Yemin Olsun!
İnsanlar arasında bile
sevgiyi dillendirmenin yüzlerce şekli vardır.
Ama seven Allah, sevilen Resûlullah olursa
muhabbetin dili dünyalar kadardır.
Âlemlerin Rabbi, Habîbine duyduğu muhabbeti
daha başka şekillerde de gösterirdi.
Onun varlığının ve hayatının
ne kadar önemli olduğuna
yemin ederek dikkat çekerdi.
Kâfirlerin, sarhoşluk içinde yalpalayıp durduklarını anlatmak için
“Senin ömrüne yemin olsun ki”
diye söze girerdi.
Cenâb-ı Hakk’ın bir kulun hayatına yemin ettiği
duyulmamıştı, görülmemişti.
Çünkü Resûlullah, yaratılmışların en değerlisiydi.
Onun hayatı ve hayat tarzı
bütün insanlık için vazgeçilmezdi.
Herkes bunu böyle bilmeliydi.
Müslümanlar bu gerçeği daha çok farketmeliydi.