O’ndan Bahsederken

YYaşar Kandemir hocamızın 1990 Temmuz ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 053, Sayfa: 020)

Biz, İslâmî kültürü tarumar edilmiş zavallı bir nesiliz. Çoğumuz yüce dinimizi ana kaynaklarından okuyup öğrenme imkanından mahrumuz. Fakat herşeye rağmen aramızdaki bazı bahtiyarlar, Allah Teâlâ’nın lütfuyla, ana kaynaklara inebilmiştir. Şüphesiz bu bir saadettir; ama bu saadet, beraberinde bir de sorumluluk getirmektedir: İslâmî tahsil yapanların, bu tahsilden mahrum olanlara herşeyin doğrusunu öğretme sorumluluğu.

Te’lif ettikleri eserlerde, tercüme ettikleri kitaplarda, vaaz kürsülerinde, gazete sütunlarında ve hele televizyon ekranlarında İslâm’ı ve Resûl-i Ekrem efendimizi anlatan ve öğreten kimselerin en büyük görevi, O’nu halkımıza yanlışsız bir şekilde öğretmektir. Bilhassa televizyonda konuşulanlar dedim. Çünkü okuma-yazma bilenlerin sayısı artsa bile, okuma-yazma işinin gittikçe azaldığı günümüzde, herkes televizyonun esiri durumuna gelmiş, iyi-kötü herşeyi ondan öğrenmeye başlamıştır.

Haklı olarak, “gönüller sultanının köşesinde bu sözlere ne gerek vardı?” diyen aziz okuyucularıma hemen şunu arzedeyim ki, bendenizi bu sözleri sarfetmeye mecbur bırakan husus, ekranda seyrettiğim bir laubalilik olayıdır.

HIRSIZIN HİKAYESİ

Geçen gün bir televizyon programında, akademik unvana sahip iki zat Efendimizin sporcu-luğundan bahsediyordu. Önce konuşmacı büyük bir gaf yaptı. Dedi ki:

– Bir gün Hz. Peygamber’in hanımları onunla yarış yapmak istediler. O da onlara, peki yapalım, ama siz beni geçersiniz, dedi. Yarıştılar ve onu geçtiler.

Önce bu devrilen çamı doğrultmaya çalışalım. Ama daha önce, bu nevi yerlere çok uygun düşen meşhur fıkrayı hatırlayarak biraz rahatlayalım:

Adamın biri hoca efendiye gelmiş:

– Hocam bir hikaye var ya, hani sık sık anlatırsınız, bir hırsızın kızı varmış, adam onu Allah yolunda kurban etmek istemiş, bunun üzerine gökten bir keçi gönderilmiş. Haydi hocam, şunu güzel ağzınla bir anlat da dinleyelim, demiş.

Canı sıkılan hoca bir hasbünallah çektikten sonra:

– Be adam, senin şu münasebetsiz lafının neresini düzelteyim. Bir kere hırsız dediğin o zat, hırsız değil İbrahim Peygamberdir. Kurban etmek istediği kızı değil oğludur. Gökten gelen kurbanlık keçi değil koçtur, demiş.

Biz de bir hasbünallah çekerek yarışma olayının aslını anlatalım:

Nebiy-yi mükerrem efendimiz bir sefere giderken yanına Hz. Aişe validemizi almıştı. Yanındaki sahabilere, yola devam edip uzaklaşmalarını tenbih etti. Mesafe hayli açıldıktan sonra Hz. Aişe’ye dönerek:

– Benimle koşuya var mısın? dedi. Evliliklerinin ilk yıllarıydı. O zaman Hz. Aişe çok genç ve enerjikti. Zaten Peygamber efendimiz vefat ettiğinde on sekiz yaşında genç bir hanımdı. Efendimiz bu yarış teklifini, onu memnun etmek ve birbirlerine olan sevgilerinin daha da artmasını temin etmek için yapmıştı. Koşu yapıldı ve tabiî olarak yarışı Hz. Aişe kazandı.

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, yine böyle bir yolculuk esnasında Efendimiz Hz. Aişe’ye yarışma teklifinde bulundu. Bu defa da Peygamber efendimiz onu geçti. Çünkü olayı anlatan Hz. Aişe’nin ifadesine göre validemiz biraz kilo almış ve şişmanlamıştı. Ama Efendimizin mübarek bedeni eskiden ne ise, yine öyleydi. Yarışın sonunda Hz. Aişe’ye:

– Bu, daha önce kazandığın yarışın rövanşıdır, diye latife etti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 39, 264; Ebu Davud, Cihad, 61)

RÜKANE PEHLİVAN

 

Gelelim televizyon sohbetindeki ikinci gafa.

Resûl-i kibriya’nın hayatında sporun yerini anlatan konuşmacı, daha sonra Peygamber efendimizin Rükane ile yaptığı güreşi güzelce anlattı. Olay kaynaklarda biraz farklı şekilde geçtiği için, konuşmacının anlattığına kusur bulmuyorum. Bu güzel hatırayı daha önce duymayan okuyucularımıza, bu vesile ile bir de ben anlatmak istiyorum:

Rükane, Peygamber efendimize diş bileyen, O’nu bir kaşık suda boğmak isteyen çok güçlü bir pehlivandı. Üstelik Kureyş kabilesinin Benü Haşim soyundandı. O güne kadar sırtını kimsenin yere getiremediği Rükane, İdam vadisinde koyunlarını otlatırdı. Bir gün bu vadide Peygamber efendimizle karşılaştı. Resûl-i kibriya yapayalnızdı. Rükane:

– Gel bakalım Muhammed! dedi. Duydum ki, sen bizim ilahlarımıza, yüce Lat ve Uzza’ya hakaret ediyormuşsun. Şayet aramızda bir akrabalık bağı olmasaydı, tek kelime konuşmadan seni şuracıkta öldürürdüm. Aziz ve Hakim olduğunu söylediğin ilahına yalvar da seni elimden kurtarsın bakalım. Şimdi seninle bir güreş tutacağız. Şayet beni yenersen, şu koyunlardan on tanesi senin olacak. Haydi ilahına dua et. Ben de Lat ve Uzza’ya dua edeceğim.

Resûl-i ekrem efendimiz Rükane’nin teklifini kabul etti ve kendisini galip getirmesi için Allah Teâlâ’ya niyazda bulundu. Güreş başladı. Çok geçmeden Rükane kendisini yerde, Resûlullah’ı da göğsünün üzerinde bulunca şaşırdı ve itiraz etti:

– Beni sen değil. Aziz ve Hakim olduğunu söylediğin tanrı yendi. Lat ve Uzza da beni mahcup etti. Şimdiye kadar kimse benim sırtımı yere getirememişti. Haydi bir daha güreşelim. Eğer beni yenersen, sana on koyun daha vereceğim, dedi. Sözü uzatmayalım, Efendimiz onu ikinci ve üçüncü defa yendi. Hz. Peygamber karşısında perişan olan Rükane:

– Haydi 30 koyunu al da git, dedi. Resûl-i ekrem efendimiz de ona:

– Ben koyunların peşinde değilim, Rükane. Ben senin müslüman olmanı ve kurtulmanı istiyorum, buyurdu. Rükane bu teklifi hemencecik kabul etmedi. Önce kendisine bir mucize göstermesini istedi. Efendimiz de oradaki bir ağaca hitab ederek, Allah’ın izniyle kendilerine doğru gelmesini söyledi. Ağacın kendilerine doğru geldiğini ve tekrar Hz. Peygamber’in isteği üzerine yerine döndüğünü gördüğü halde Rükane iman etmedi. Ona ilahî hidayet çok sonraları erişti.

Bu güreş olayının kahramanını Rükane değil de, onun oğlu Yezid b. Rükane olarak kaydeden eserler de vardır. (Mesela bk. İbn Hacer, el-İsabe, III, 655)

KIRILAN TELLER

Olup bitenleri üzüntüyle seyrederken, yukarıda sunduğum fıkra ile birlikte şairin şu meşhur beytini hatırladım:

Çok tel kırılır sîne-i kânûn-ı cihanda

Nâ ehline mızrabı tasarruf verilince

Evet, ehil olmayan kimsenin eline, dilediği gibi çalması için bir mızrab tutuşturulduğunda, dünya kanununun sinesinde çok tel kırıldığını biz dahi gördük.

Şimdi gelelim bu sonradan devrilen çamı düzeltme işine:

Bir kere o meşhur sahabinin adı Ebû Düccâne değil, Ebü Dücâne’dir. Ebü Dücâne, vakıa yiğitliği ile meşhur bir sahabî olmakla beraber. Fahr-i kainat efendimizle güreş tuttuğu bilinmemektedir.

Zaten Ebü Dücâne’nin böyle bir şey yapması düşünülemez. Çünkü bir zat İslâmiyetle şereflenip ashab-ı kiram arasına katılınca, onun Resûlullah efendimiz karşısındaki tavrı tamamen değişirdi. Onunla konuşması, oturup kalkması, hatta ona bakması bile değişirdi. Sultan-ı enbiya’yı dinlerken, sanki başlarında bir kuş varmış da, onu ürkütmemeye gayret ederlermiş gibi davranan bu eşsiz edep sahibi kimselerin onunla güreş tutmasına, bu yetmezmiş gibi bir de onu yenmesine kim inanır, efendicazım!

Ebu Dücâne’nin Ebu Düccane diye telaffuzu daha sonra zihnime takıldı. Bu zat bu bozuk telaffuzu bir Türkçe kitapta görmüş olabilir, diye düşündüm. Aklıma ilk gelen kitaba el attım: Ashab-ı kirama dair Türkçeye tercüme edilen 5-6 ciltlik bu eserde, Ebu Dücane’nin hayatının anlatıldığı 5 sayfa boyunca, bu mübarek sahabinin künyesi, maalesef hep Ebu Düccâne diye yazılmış. Adı olan Simak, Sammak diye, babasının adı olan Haraşe, Harşe diye, dedesinin adı olan Levzan, Lüzan diye kaydedilmiş.

İşte o zaman hırsızın hikayesini bir daha hatırladım ve o yanık türkünün sözleri dudaklarımdan döküldü:

“Ben bu derdin hangisine yanayım!…”