Mi’rac Sürmeli
YYaşar Kandemir hocamızın 1992 Ağustos ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 078 Sayfa: 024)
Güzeller güzeli efendimizin simsiyah saçları ne fazla kıvırcık, ne de büsbütün düzdü. Hafif dalgalıydı. Mübarek sakalı çok sıktı.
Mübarek başından omuzlarına doğru dökülen gür saçları, zaman zaman kulak memelerine kadar uzanırdı. Bazan omuzlarına varmamakla beraber kulak memelerini geçtiği olurdu.
Resül-i Ekrem (s.a)’in amcası Ebü Talib’in kızı Ümmü Hani Kainatın Güneşi’ni Mekke fethinde gördüğü haliyle tasvir ederken, başından dört buklenin, eski tabirle dört zülfün yüzüne doğru indiğini anlatır.
Onun mübarek zülfünün bu çarpıcı hali, daha sonraki aşıklarını bile mest etmiştir. Beşiktaşlı Neccarzade Şeyh Rıza, o Gönüller Sultanının zülfünün sevdasına yakalandığı günden beri gözyaşlarının hiç durmadan aktığını şöyle anlatıyor:
Düşelden başına zülfün hevası ya Resûlallah
Tükenmez oldu seyl-i eşkin macerası ya Resûlallah
Şair bir başka na’tinde gönüller büyüleyen bu zülüflerin uçan haline temas etmeden duramıyor:
Kara Zülfün gibi yoktur kararım ya Resûlallah
Perişandır benim her lahza karım ya Resûlallah
Gönüller Sultanı Efendimiz, bir zamanlar saçlarını alnı üzerine bırakmıştı. Zira o devirde Arabistan’daki putperestler, saçlarını ortadan ikiye ayırırlardı. Ehl-i Kitab olan yahudi ve hristiyanlar ise saçlarını alınları üzerine bırakırlardı. Peygamber aleyhisselam ehl-i kitabı kendine daha yakın hisseder, müşriklere benzemektense, hakkında ilahî buyruk bulunmayan hususlarda onlara benzemeyi tercih ederdi. Fakat sonraları Arabistan Yarımadası’ndan müşrikler tamamen temizlenip de karşısında sadece ehl-i kitab kalınca, bu defa ehl-i kitab’a muhalefet etmek için saç tarama şeklini değiştirdi. Saçlarını mübarek başının iki yanına doğru salmaya başladı ve aydınlık alınları üzerinde saç bırakmadı.
Kaç beyaz kıl?
Mevlasına kavuştuğu zaman mübarek saç ve sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Enes ibni Malik’in anlattığına göre bu gümüş renkli tellerden birkaçı alt dudağıyla çenesi arasında, birkaçı şakağında, birkaçı da başındaydı. Göze çarpan bir beyazlık mevcut olmadığı için -birinci derecede muteber rivayetlere göre- saçını, sakalını hiç boyamadı. İkinci derecede muteber bazı rivayetlere göre ise saçını sakalını bazan boyadı. Demek oluyor ki, herkes gördüğünü naklettiği için bize bu konuda iki farklı rivayet geldi. Bununla beraber onun iki sevgili arkadaşı ve aynı zamanda iki kayınpederi Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer kına ve ketem denilen bir nevi çivit boyasını birbirlerine katarak saçlarını boyarlardı. Bu sebeple Habibullah efendimizin iki dostunun saçları biraz kumrala çalardı.
Benim aziz okuyucularım “peki biz ne yapalım?” diyecek olurlarsa, onlara Kadî İyazrahimehullah’ın görüşünü tavsiye ederim. Şifa-yı şerif müellifi bu büyük alim diyor ki, bir yerde adet saçı sakalı boyamak ise, ağaran saçları orada boyamamak doğru değildir. Zira bu tutum ekseriyete muhalefet etmek olur. Bir memlekette de saçı sakalı boyamamak adetse, orada bunları boyamak mekruhtur.
Kadî İyaz konuyu şöyle toparlıyor: Bir kimsenin ağaran saçları tertemiz görünüyor, boyalı saçtan daha güzel duruyorsa onu hiç boyamamalıdır. Saçların kötü bir görünümü varsa, onu boyamak daha iyidir.
Kara sevdaları, andıran o simsiyah saçların ağarmaya başladığını ilk farkeden herhalde Hz. Ebu Bekir oldu. Gözünden esirgediği o gül çehrenin etrafında, alışık olmadığı gümüş telleri görünce, hayretle:
– Saçınız sakalınız ağarmış, ya Resûlallah! dedi.
İlahî vahyin dağları andıran ağırlığını gönlünde hisseden Resülullah efendimiz, o hüzün dolu sesiyle:
“Saçımı sakalımı Hûd, Vakı’a, Mürselat, Nebe’ ve Tekvir süreleri ağarttı.”, buyurdu. Bu ifadesiyle Resülullah efendimiz, çocukları bile yaşlandıracak o dehşetli kıyamet tasvirlerinin yapıldığı bu sürelerin, dikkatle ve ibretle okunması gereğine de işaret etmiş oldu.
Efendimizin sakalında ne kadar beyaz kıl bulunduğuna temasla Hakanî, Hilye‘sinde şöyle der:
Ol mübarek sakalından, bunu bil
Ancak ağarmış idi on yedi kıl
Anber kokulu saçlar
Kainatın Efendisi mis kokulu saçlarının bakımına pek dikkat ederdi. Onları bazan yağlardı. O zaman saçındaki beyazlık hiç farkedilmezdi. Saçları ihmal etmeyi uygun görmemekle beraber, her fırsatta taranıp süslenmeyi de uygun görmezdi. Saçlarını tararken bile önce sağ taraftan başlardı.
Hz. Aişe annemiz bu güzel saçlarla meşgul olup taramaktan derin zevk alırdı. Taradıktan sonra saçına ve sakalına Efendimizin sevdiği güzel kokulardan sürerdi. Bazan o kadar fazla koku sürerdi ki, mübarek saçı ve sakalı adeta parıldardı.
Hoca Raif Efendi Şemail-i Şerif Tercümesi adlı eserinde Güzellik abidesi efendimizin mübarek saçları hakkında şunları söyler:
Az kıvırcık idi O’nun saçları
Omuzuna vasıl idi uçları
…
Şu Nebî’nin bû-yi anber saçları
Ol Enes der, ak idi birkaçları
Şa’rı onun on beşi ebyaz imiş
Görünüşte her bir safi gümüş
Bursa Meb’usu merhum Mustafa Fehmi Gerçeker, Hilye-i Fahr-i Alem adlı eserinde Resül-i Ekrem efendimizin o güzelim saçlarını ne güzel tasvir eder:
Devletli büyük başında saçlar
Yârânına neş’eler bağışlar
…
Bir saç ki ne düz, ne pek kıvırcık
Elbette o serfirâza layık
…
İnmiş kara zülfü menkibeyne
Olmuş kara nûra bir numune
…
Saçlar ki omuzlarından aşmış
Bir zülf-i seherdir ufka taşmış
Mustafa Fehmi Efendi daha sonra seher yeline seslenerek diyor ki:
Ey Saba! Biz Sevgili’nin zülfüne gönül bağlamış aşıklarız. Sevgilinin diyarına her uğradığında, ne olur, onun mübarek saçının kokusunu toplayıp getir. Ama sakın boş gelme. Şayet bu iyiliği yaparsan, gönüller senin lütfunla bahtiyar olur:
Boş gelme saba, bizim diyâre
Her uğradığında semt-i yare
Dilbeste-i zülfüz, eyle imdad
Lütfunla olur gönüller abad
Gönüllerin mihrabı
Peygamberler Sultanı efendimizin hilal kaşları, O’na aşık gönüllerin mihrabı olmuştur. Kimi bu kaşların ihtiyaç sahiplerinin kıblesi olduğunu, kimi onların “Kaabe kavseyn”e işaret ettiğini söylemiştir. Na’tlerinden birine, Resülullah’ın mübarek yüzünün, Cenab-i Hakk’in zatinin nurundan feyz aldığı için parıldadığını söyleyerek başlayan Zekayî (Ö.1812), gönlünü o hilal kaşlara yönelttiğini şöyle ifade eder:
Cemalin nûr-i zat ile münevver ya Resûlallah
Kaşin mihrabına Allahü ekber ya Resûlallah
Hoca Mehmed Raif in tasviri ne hoştur:
Ne güzel idi Resul’ün kaşları ince uzun idi onun uçları
Mustafa Fehmi Gerçeker’in dediği gibi, o cazip bakışlar vahyi, aşıkları da O’nun pak cemalim özler, Güzellik camiinin mihrabı olan o müstesna kaşlar tasvir etmek olacak iş değildir:
Dolgun kaşı gölgesinde gözler
Cazip bakışıyla vahiy gözler
…
Kaşlar uca doğru incelirdi
Tersimi hayale güç getirdi
Derlerdi kaşın görünce ahbab
Bir cami-i hüsne işte mihrab
…
Benzerdi o parlayan hilale
Layıktı bu safha-i cemale
Herkes bu cemal-i pake müştak
Ebruları kıblegah-ı uşşak
Güzellik timsali efendimizin hilal kaşları, onun kara ve uzun kirpiklerini sarıp kucaklardı. Gönüllere işleyen bakışları karşısında gözlerin mecalsiz kalıp yere düştüğünü söyleyen merhum Gerçekergüzelliğin de mucizeleri olduğuna işaretle, o nazlı gözleri kuşatan şahane kirpikleri şöyle tasvire çalışır:
Müjgânı karaydı, hem uzundu
Enzârında her nazar zebûndu
Kirpikler o çeşm-i nâzı sarmış
Hüsnün de mi mu’cizâtı varmış?
…
Ya Rab! Ne kadar da gür ve mevzun!
Nergis de olur bu resme meftun!
Bizim kara kirpikler deyip durduğumuz o ilahî san’at eserinin kara kirpik değil, mi’rac gecesi çekilen sürme olduğunu hatırlatan Hakaanî:
Kara kirpik değil, ey ehl-i usul
Sürme-i leyle-i mi’rac idi ol
diye uyarır ve Resülullah efendimizin kara gözlerinin kudret sürmesiyle sürmelendiğini şöyle ifade eder:
Kühl-i kudretle mükahhal idi ol
Her husûsuyla mükemmel idi ol.