Mazlum Aşık

YYaşar Kandemir hocamızın 1993 Ekim ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 092 Sayfa: 024)

Bize Rasûlullah sevgisini öğreten sahâbî efendilerimiz arasında Ebû Hüreyre’nin müstesna bir yeri vardır. Zira Kur’an-ı Kerîmden sonra dinimizin ikinci kaynağı olan hadîs-i şeriflerin bize gelmesinde en büyük gayreti sarf eden odur. Yüce dinimize yaptığı bu büyük hizmet sebebiyle müslümanlar ona şükran borçludur. Peygamberler Sultanı’na olan aşkı, âşıklar defterinin şeref sayfalarında yazılıdır.

İslamiyet’e yaptığı büyük hizmet sebebiyle Müslümanlar onu ne kadar çok severse, din düşmanları ile onların çömezleri de bu büyük insanı o kadar sevmezler. Sevmemekle kalsalar neyse, ama onu gözden düşürmek dolayısı ile rivayet ettiği binlerce hadisi devre dışı bıraktırmak için her terbiyesizliği yaparlar.

Sohbetimize Ebu Hüreyre’nin aşıklar kervanındaki müstesna yerinden söz ederek başlayalım.

Yemen’de yaşayan Devs kabilesinden seksen hane, hicretin beşinci yılında, İslamiyet’i kabul ederek Medine’ye hicret etti. Bunlar arasında, henüz otuz yaşlarında bulunan Ebû Hüreyre de vardı.

Rasûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’i gördüğü günden itibaren Ebû Hüreyre ondan hiç ayrılmadı. Zira onun yanık gönlü Rasûlullah aşkıyla doluydu. Hz. Peygamber’e duyduğu bu derin sevgiyi “seni görünce mutlu oluyorum, gözüm gönlüm aydınlanıyor’ diye açığa vururdu. (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 929).

Evini barkını bırakıp Medine’ye gelen Ebû Hüreyre, Allah Rasülü’nden ayrı geçen yılların kaybını telâfi etmek için kendini Rasûlullah’ın hizmetine verdi. Bir yandan daha önce duymadığı hadis-i şerifleri öğrenirken, Kâinâtın güneş’inin yaptığı her işi, söylediği her sözü hafızasına kaydetmeye başladı. Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra yirmi altı yıl daha yaşadığına göre, ömrünün tam otuz yılını hadis öğrenmeye ve öğretmeye verdi.

Sevgilim dediği Hz. Peygamber’in vefatından sonraki zamanlarda Mescid-i Nebevî’de hadis rivayet ederken gözyaşını tutamaz ağlardı. Fahr-i Cihan Efendimiz’in aralarından ayrılışından sonra, onsuz bir hayatın kederiyle nasıl boğulduğunu şu olayda görmek mümkündür.

Bazılarının sahabi sandığı tâbiîn muhaddislerinden Şüfey İbni Mâti’ el-Esbahî Medine’ye gittiği zaman ,halkın bir zatın etrafında toplanıp onu merakla dinlediğini gördü.

– Kim bu? diye sordu.

– Ebû Hüreyre, dediler.

Ebu Hüreyre konuşmasına devam ederken Şüfey yavaşça ona sokuldu ve gelip tam önüne oturdu. Sohbet sona erince, dinleyenler kalkıp gittiler. O zaman Şüfey Ebû Hüreyre’ye biraz daha yaklaşarak:

– Rasûlullah’tan dinlediğin, iyice anlayıp öğrendiğin bir hadisi bana anlatır mısın? dedi.

Hayatı hadis öğretmekle geçmiş olan Ebû Hüreyre, bu samimi arzuyu memnuniyetle kabul etti:

– İsteğini yerine getireceğim. Rasûlullah’ın bana söylediği, iyice anlayıp öğrendiğim bir hadisi sana rivayet edeceğim, dedi. Daha sözünü bitirir bitirmez, Rasûlullah’ın yokluğundan dolayı hissettiği derin hasret ve üzüntü sebebiyle hıçkırıklara boğuldu. Öyle içli ağlıyordu ki, Şüfey onun bayılıp düşeceğini zannetti.

Ebû Hüreyre biraz sonra kendine geldi. Şüfey’e olan va’dini hatırlayarak ona:

“İstediğini yerine getireceğim. Rasûlullah’ın bu Mescid’de, ikimizden başka kimse yokken bana söylediği bir hadisi sana rivayet edeceğim” dedi. Sonra tekrar kendinden geçercesine hıçkırıklara boğuldu. Biraz sonra kendine geldi. Yüzünü sildi ve üçüncü defa:

“İsteğini yerine getireceğim. Rasûlullah’ın bu Mescid’de, ikimizden başka kimse yokken bana söylediği bir hadisi sana rivayet edeceğim” dedi. Fakat bu defa öncekilerden daha çok hıçkırıp ağlamaya başladı, sonra eğilip yüzükoyun yere düştü. Şüfey Ebû Hüreyre’yikucaklayıp göğsüne bastırdı ve uzun süre öylece kaldı.

Ebû Hüreyre kendine gelince, bu meraklı hadis talebesine, kıyamet gününde hesabı görüldükten sonra cehennem ateşi kendileriyle tutuşacak olan üç riyakar kimse hakkındaki hadisi okudu. Hadîs-i şerif bu üç günahkarın:

Kur’an-ı Kerîm öğrenen, fakat bir daha Kur’an’la meşgul olmadığı halde, Allah Teala’ya onu elinden hiç düşürmediğini söyleyen sahtekâr;

Zengin olduktan sonra yakınlarını ve yoksulları görüp gözetmediği halde, onlara Allah rızası için yardım ettiğini iddia eden yalancı;

Harpte Allah rızası için çarpıştığını ileri süren gösteriş meraklısı savaşçı olduğunu belirtiyordu. (Hadis için bk. Tirmizi, Zühd 48; Hakim, Müstedrek, l, 418;)

Abdullah İbni Mübârek, kitabü’z-Zühd (nşr. Habîburrahman EI-Azami), s. 159-160).

Onun Peygamber hasretiyle döktüğü bu gözyaşlarından bahseden bir başka rivayette, üç defa “dostum, sevgilim Ebû’l Kasım sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu” diye söze başladığı halde sözünü tamamlayamadığı ve gözyaşlarına bir türlü hâkim olamadığı anlatılmaktadır. (Zehebî, siyeru a’lâmi’n-nubelâ’, 11,611).

“Soracağını biliyordum”

Sahâbîlerin her biri iş güç sahibi kimselerdi. Ensâr dediğimiz Medineliler ziraatle, muhacirun ise ticaretle uğraşırlardı. Hz. Ömer Rasûlullah’ın yanına ancak gün aşırı gelebilirdi. Hz. Ebû bekir’in durumu da pek farklı değildi. Üstelik onun evi Mescid-i Nebevî’den hayli uzaktı. Fakat EbûHüreyre ehl-i Suffe dediğimiz fakir müslümanlarla birlikte mescidde yatar kalkardı. Rasûlullah Efendimiz’in peşinden hiç ayrılmazdı. Başkalarının ona sormaya cesaret edemediği soruları sorardı. Bu sebeple Kâinâtın Efendisi bazan ona, “bu soruyu ilk defa senin soracağını biliyordum” diye iltifat buyururdu.

Bir defasında Nebiy-yi Muhterem Efendimiz’e hâfızasının zayıf olduğundan şikâyet etmiş, Efendimiz ona dua edince, duyduğu hadisleri bir daha unutmamıştı. Bir de diğer sahâbîlerde bulunmayan bir özelliği vardı: Devamlı surette hadis öğrenip öğretmekle meşgüldü. İşte bu sebeple birçok sahabînin bilmediği hadisleri o bilirdi.

Ebû Hüreyre’nin çok hadis rivayet etmesi, din düşmanı bazı müsteşrikleri pek kızdırmıştır. Asrımızda ölen İtalyan şarkiyatçısı Kaytani (‘Leon Caetani) ile geçen asırda yaşayan Hollandalı şarkiyatçı Dozi (Reinhart Dozy) Ebû Hüreyre hakkında terbiyesizce konuşmuşlardır.

Araplarda da Mahmud Ebû Reyye adlı çağdaş yazar, Ebû Hüreyre’nin bir sahâbî olduğunu dikkate almadan, onu küçük düşürmeyi ve ona hakaret etmeyi kendine iş edinmiştir.

Müsteşrik dediğimiz bazı şarkiyatçılar ile Araplar arasında türeyen onların çömezleri Arapça kaynakları okuyup anlayan, fakat bu bilgileri ısıtıp doğrultarak onlara istedikleri şekli vermeye çalışan düzenbazlardır. Müsteşrikler Rasûlullah Efendimiz’i Peygamber olarak görmedikleri için, onun hadislerini akıllarına göre yorumlamaya ve bu hadislerin değersizliğini ortaya koymaya çalışırlar. Bunu da bazan Ebû hüreyre ve Abdullah İbni Abbas gibi çok hadis rivayeteden sahabîleri hadis uydurmakla itham ederek yapmaya çalışırlar.

İşportacılar

Maalesef bizde de müsteşriklere gönüllü çömezliğe soyunan kimseler çıkmıştır. Bu sahte çömezlerin Arapçaları ile İslâmî bilgileri yetersiz olduğu için çok gülünç durumlara düşmüşlerdir. Okuduklarını anlamadan, hata ediyor muyum diye bir endişeye kapılmadan, apardıklarını bağıra çağıra satmaya yeltenmişlerdir.

Bizde bunun tipik örneklerinden biri İsmail Habib Sevük’tür. Hadiscileri bir bütün olarak suçlayan bu sözde araştırıcı, Avrupa Edebiyatı ve Biz adlı kitabında (l, 293, 294) Ebû Hüreyre hazretlerini de en ağır ifadelerle itham etmektedir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra uzunca bir hayat sürdüğü için kendisinden 800 kişinin hadis öğrendiği bilinen Ebû Hüreyre’nin bu kadar talebesi olduğunu da inkâr etmektedir.

Müsteşriklerin iftiralarını bile nakletmekten aciz olan bu kişi, adı geçen kitabında Vehb İbni Münebbih’i Veheb, Hemmâm İbni Münebbih’i Hümmâm, Katib ed-Dîneverî’yi Kâtib-üt-Dinnuri,Hz. Hafsa’yı Hıfısa, hirre’yi Hürre, Ehl-i Suffe’yi Ehli sıffe diye okuyup yazmıştır, (bk. l, 291, 299).

Böylesine câhil, dinî mâlûmattan yoksun bir kimsenin, İslâm’ın en önemli konularından birinde pervasızca, saygısızca ve edepsizce yazıp çizmesi, hiçbir insaf ve insanlık ölçüleriyle bağdaşmamaktadır.

Fındık

Çocukluğumda Fındık adında bir zağarımız vardı. Eve bir yabancı geldiğini bildirmekten başka bir işe yaramayan Fındık, benimle bağ beklemeye giderken iri bir köpek görünce bacaklarımın arasına sığınırdı. İşin garibi şu ki, senenin belli aylarında bu korkak zağar, iri çoban köpekleriyle dağ tepe dolaşmaktan da geri kalmazdı.

Aklımın almadığı bu garip durumu bir gün babama sordum:

– Fındık öteki köpeklerin arasında ne arıyor, baba? dedim.

Merhum babam pek nüktedandı. O zamanlar iyi anlamadığım, fakat hiç unutmadığım şu cevabı verdi:

– Oğlum bunu bilmeyecek ne var. Fındık büyük köpeklerin çantasını taşıyor, dedi.

İslâmiyet’i doğru dürüst okuyup anlamadan müsteşriklerin arkasından gidenleri, hadise ve sahâbeye tıpkı onlar gibi hakaret edenleri gördükçe hep zavallı Fındık’ı hatırlarım.