Kainatın Efendisi
YYaşar Kandemir hocamızın 1995 Ağustos ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 114 Sayfa: 024)
Peygamber Efendimiz’in büyüklüğü, Allah katındaki değeri, şu kainatta yaşayan herbir varlık için taşıdığı önem hakkında doğru bilgi sahibi olabilmek için Kur’an-ı Kerîm’in şehadetine başvurmamız gerekir. Bu en son ilahî Kitab’ı dikkatle inceleyen herkes, birçok ayet-i kerîmede Allah Teala’nın onu bize değişik özellikleriyle tanıttığını görür; önemini kavrar ve sonunda bütün kainatın ona şükran borçlu olduğunu anlar.
Cenab-ı Hakk’ın Habîbullah Efendimiz’i Kur’an-ı Kerîm’de nasıl andığı, onu bize nasıl tanıttığı, Fahr-i Cihan’ın da bu ayetleri nasıl açıkladığı hususu, onun aşıkları için pek zevkli bir konudur. Birkaç sohbeti kapsayacak kadar geniş olan bu konuyu, sevgili okuyucularımın derin bir vecdle takip edeceklerini umuyorum.
Resûl-i Ekrem sallellahu aleyhi ve sellem’in büyük dedesi Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte Kabe’yi inşa ettikten sonra, orada doğup büyüyecek torunları için şöyle dua etmişti:
“Ey Rabbimiz! Onların arasından, onlara ayetlerini okuyacak, Kitab’ı, hikmeti öğretecek, onları şirkten iyice temizleyecek bir peygamber gönder!” [Bakara suresi (2), 129].
En önemli vazifesi Kur’an-ı Kerîm’i tefsir etmek olan Peygamber-i Zîşan Efendimiz, Hz. İbrahim’in bu niyazındaki “bir peygamber'”in kim olduğunu açıklayarak “ben İbrahim’in duasıyım” buyurmaktadır (Müsned, IV, 127, 128, V, 262). Resûlullah Efendimiz’in şahsında kullarına bir nezaket dersi veren Yüce Mevla, Peygamber Efendimiz’e şöyle demiş gibidir:
Sen dünyaya gelmeden yüzyıllar önce kulum İbrahim senin için nasıl dua etmişse, sen ve senin varlığınla şereflenen ümmetin de ona dua etmelisiniz. İşte bu sebeple namazlarımızda, Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz şekilde “Allahümme salli” ve “Allahümme barik” dualarını okurken, “kema salleyte ala ibrahîme ve ala ali ibrahim”, “kema barekte ala ibrahîme ve ala ali ibrahîm” diye Hz. İbrahim’e dua ederiz.
Herkesin bildiği üzere, peygamberlere iman ederken onların arasında bir ayırım yapmayız; peygamber olmak bakımından hepsinin eşit olduğuna inanırız. Daha doğrusu önce kendi peygamberimize iman eder, sonra da diğer peygamberlerin Allah tarafından gönderildiğini kabul ederiz [Bakara suresi (2), 136, 285). Bununla beraber “biz peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık” [Bakara suresi(2), 253; İsra suresi (17), 21, 55] ayet-i kerîmelerine bakarak Allah Teala’nın onların her birine bir üstünlük verdiğine, “bazısına birçok dereceler ihsan etmek suretiyle daha yükseklere çıkardığına” ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselam’ı hepsinden üstün kıldığına inanırız. Bunu neye dayanarak söylediğimizi soranlara da şu delillerimizi sıralarız:
1. Kainatın Rabbi, Peygamber Efendimiz’e hitaben “biz seni bütün kainata rahmet olarak gönderdik” [Enbiya suresi (21), 107] buyurmaktadır. Kainata rahmet olarak gönderilen birinin bütün kainattan, dolayısıyla bütün peygamberlerden üstün olması, herkesin duraksamadan kabul edeceği bir gerçektir. Onun peygamberliği, bütün varlıklara Allah’ın bir rahmetidir. Akıl sahibi bütün varlıkları, kabul ettikleri takdirde her iki dünyada bahtiyar edecek olan dini o getirmiş ve öğretmiştir.
2. Allah Teala Resûl-i Ekrem’ine “biz senin şanını ve ününü yükselttik” [inşirah suresi (94), 4] buyuruyor. Nitekim bütün müslümanlar ezan okurken, kamet getirirken veya namazda tahiyyat okurken “eşhedü ella ilahe illallah” dedikten hemen sonra “ve eşhedü enne Muhammeden resulullah” veya “ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh” demek yahut “la ilahe illallah” dedikten hemen sonra “Muhammedün Resûlullah” demek suretiyle onun adını Cenab-ı Hakk’ın adıyla birlikte anmaktadır. Diğer bir söyleyişle Allah anıldıkça Resûlullah’ta anılmakta ve böylece onun şanı ve ünü, yukarıdaki ayette belirtildiği üzere, yükseltilmiş olmaktadır.
3. Cenab-ı Hak, Resûlü’ne itaati kendine itaatle birlikte tavsiye ederek kullarına hitaben “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin” buyurmakta [Al-i imran suresi(3), 32, 132; Enfal suresi (8), 1, 20, 46; Mücadele suresi (58), 13]; ona uymayı kendine uymakla bir tutarak “ey iman edenler! Hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne uyun” buyurmakta [Enfal suresi (8), 24]; ona biati kendine biatla bir tutarak “sana biat edenler, bilmelidirler ki, Allah’a biat etmektedirler” buyurmakta [Fetih süresi (48), 10] ve onun rızasını kazanmayı kendi rızasını kazanmaya eş tutarak “eğer mü’min iseler, Allah’ı ve Resûlü’nü razı etmeleri daha doğrudur” buyurmaktadır [Tevbe süresi (9), 62]. Bütün bu ayetler, kainatın yegane yaratıcısının, Resulullah’a itaati, ona uymayı, ona biat etmeyi ve onun rızasını kazanmayı, kendisine itaat, emirlerine uymak, dediklerini yapmak ve rızasını kazanmakla bir tuttuğunu göstermektedir.
4. Kur’an-ı Kerîm’de onun ümmetinin diğer ümmetlerden daha üstün olduğu belirtilerek “siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” buyurulmaktadır [Al-i İmran (3), 110]. Ümmeti diğer ümmetlerden daha hayırlı olan bir peygamberin, diğer peygamberlerden daha hayırlı olması tabii bir neticedir. Onun diğer peygamberler gibi sadece bir kavme değil, kıyamete kadar gelecek bütün milletlere gönderildiği; sadece insanların değil, insanlarla birlikte cinlerin de peygamberi olduğu, dolayısıyla ümmetinin sayısının diğer peygamberlerin ümmetleriyle kıyas edilemeyecek kadar çoğaldığı dikkate alınırsa, Fahr-i Kainat Efendimiz’in büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkar. Ümmetinin çokluğu sebebiyle Resulullah’ın elde ettiği üstünlüklerden biri de, ümmetinin kendisi hakkında yaptığı duanın ve ruhuna hediye ettiği salat ü selam’ın, hiçbir peygambere yapılan dualarla kıyaslanamayacak kadar fazla olmasıdır.
5. Varlığıyla kainatın iftihar ettiği Resûl-i Zîşan Efendimiz, kıyamet gününde bütün insanlara nasıl şefaat edeceğini anlattığı uzun bir hadîs-i şerife şu sözlerle başlamaktadır:
“Kıyamet gününde Ademoğlunun efendisi ben olacağım; ama bununla övünmüyorum. Elimde li-vaü’l-hamd (hamd sancağı) bulunacak; bununla da iftihar etmiyorum. Hz. Adem de aralarında olmak üzere bütün peygamberler sancağımın altında toplanacak. Öldükten sonra ilk diriltilecek kimse ben olacağım; bununla da böbürlenmiyorum. Kıyamet günü ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek ben olacağım; bununla da övünmüyorum. Cennete ilk defa ben gireceğim. Bununla da gururlanmıyorum” (Tirmizî, Tefsîr 18; İbni Mace, Zühd 37; Müsned, l, 281, 295, III, 2, 144). Böylesine üstün özelliklere ve önceliklere sahip olan, bütün peygamberleri sancağı altında toplayan bir peygamberin, bütün beşeriyetin en üstünü ve en değerlisi olması son derece tabii değil midir?
6. Cenab-ı Hakk’ın daha önce hiç kimseye vermeyip sadece kendisine lutfettiği nimetleri anlatırken şöyle buyurmaktadır:
“Benden evvel hiçbir kimseye verilmedik beş şey hep birden bana verilmiştir:
Bir aylık yola kadar düşmanlarımın kalbine korku salmak suretiyle Allah’ın yardımına mazhar oldum. Bütün yeryüzü bana hem namaz kılma yeri hem de temizlenme vasıtası kılındı. İşte bu sebeple ümmetimden her kim bir namaz vaktine erişirse hemen namazını kılsın.
Ganimet almak daha önceleri kimseye helal kılınmadığı halde bana helal edildi.
Bana şefaat yetkisi verildi.
Benden önceki devirlerde her peygamber sadece kendi kavmine gönderildiği halde, ben bütün insanlara peygamber gönderildim.” (Buharî, Teyemmüm 1, Salat 56; Müslim, Mesacid 3).
Sevgili kardeşlerim, günlük tecrübelerimizden de biliyoruz ki, idaresi altında pek az insan bulunan bir yöneticiye verilen imkan ve yetkiyle, milyonlarca insanı yöneten bir kimseye verilen yetki aynı değildir. Bir başka söyleyişle, küçük bir ilçenin kaymakamının elinde bulunan dar imkan ve yetkiyle İstanbul valisinin sahip olduğu geniş imkan ve yetki elbette bir değildir. Geçmiş peygamberlerden bir kısmına cihad etme hakkı bile verilmemişken, bizim Efendimiz o devrin büyük imparatorlarıyla mektuplaşmış, onlara savaşlar açmış, bu savaşları yönetmiş büyük bir kumandandı. Daha önceki bazı peygamberlere savaş etme hakkı verilmiş olsa bile, onlara elde ettikleri ganimetlerden faydalanma yetkisi verilmemişti.
Daha önceki peygamberlerin ümmetlerinden hıristiyanlar kiliselerde, yahudiler havralarda, diğerleri de benzeri ibadet yerlerinde ibadet etmek zorunda idiler. Ümmet-i Muhammed’e ise, temiz olmak şartıyla her yerde ibadet etme imkanı tanındığı için, dağ başında bile bulunsalar, orada ibadetlerini eda edebilirler. Hatta abdest almak için su bulamasalar bile, o temiz toprakla teyemmüm ederek namazlarını kılabilirler.
Hadîs-i şerifte sözü edilen şefaat, öncelikle şefaat-i uzma’dır. Yani mü’minleri mahşerin korkunç işkencesinden kurtaracak olan büyük şefaat’tir. Kainatın Efendisi, daha sonra özel şefaatlerde bulunacaktır. Şöyle ki:
Kalbinde zerre kadar iman taşıyan kimseleri bile cehennemden çıkarmak için şefaat edecektir.
Cennetliklerin derecelerinin yükselmesi için şefaat edecektir. Cehenneme girmeyi haketmiş bazı mü’minlerin cehenneme girmemesi için de şefaat edecektir.
Ve nihayet hepimizin hayal ve ümit ettiği üzere, bazı kimselerin hesaba çekilmeden, doğrudan doğruya cennete girmeleri için şefaat edecektir.
Bu sonuncu şefaate nail olma ümidiyle, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmet ve himmeti geçen Dursun Fakih gibi Cenab-ı Mevla’ya şöyle yalvarıp niyaz edelim:
Mustafayı kabul ettin yar’lığa
Ya ilahî bizi dahî yarlığa