Güllerin En Seçkini
YYaşar Kandemir hocamızın 2006 Nisan ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 242 Sayfa: 028)
Gönüllerin sevgilisi Efendimiz aleyhisselâm herhangi bir insan değildir. O Cenâb-ı Mevlâ’nın Habîbi, Yûnus Emre’nin dediği gibi, on sekiz bin âlemin Mustafâ’sıdır. Bu sebeple onun yüce ismini ağzına alacak kimse hem kendine hem diline çeki düzen vermek mecburiyetindedir.
Peygamber-i Zîşân’ın değerini en iyi bilen ashâb-ı kirâm efendilerimizdi. Çünkü Kâinâtın Rabbi, şanlı Peygamberinin kadrini bilme ve ona lâyık olduğu şekilde hitap etme konusunda ilk önce onları eğitti. “Ey iman edenler!” buyurdu onlara. “Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın. Yoksa yaptığınız iyilikler mahvolur gider de farkına bile varmazsınız” (Hucurât 49/2).
Sahâbe-i Güzîn Efendilerimiz çocuklarını bu terbiye ile yetiştirdi; ondan sonra gelenler, daha sonra gelenler hep bu edebe riâyet etti. Peygamber Efendimizden sonra güzel dinimizi bize öğreten o nesiller bizim mânevî babamız sayılır. Nesilden nesile devam ederek bize kadar gelen bu üstün edebe sahip çıkmalı, onu yaşamalı, çocuklarımızı ve torunlarımızı bu terbiye ile yetiştirmeliyiz. Risâlet Güneşi Efendimizden kuru ve ruhsuz bir ifadeyle “Peygamber” diye söz edenler gibi olmamalıyız. Peygamber kelimesinin yanında mutlaka ona olan saygımızı gösteren bir ifade daha kullanmaya dikkat ve gayret etmeliyiz.
Şâh-ı rusül
Bizim büyüklerimiz, çok yakın zaman öncesine kadar, hem yazdıkları eserlerde hem konuşmalarında bu edebe dikkat ederlerdi. Şimdi size onların Peygamber Efendimize duydukları engin muhabbeti nasıl dile getirdiklerini gösteren bazı misâller sunmak istiyorum.
Önce, beş yüzyıldan beri bu milletin ruhunu Fahr-i Cihân Efendimizin muhabbetiyle yoğuran Süleyman Çelebi’ye kulak verelim. Süleyman Çelebi Hazretleri o ölümsüz eseri Vesîletü’n-necâtadlı mevlidinde Mefhar-i Mevcûdât Efendimizden Hayru’l-beşer (insanların hayırlısı) diye söz eder. Zaman zaman ona Hakk’ın sevgilisi anlamında Habîb-i Hak der.
Kimi zaman da Peygamberlerin şâhı anlamında Şâh-ı rusül ifadesini kullanır. Bazı mevlidhanların, Efendimiz aleyhisselâm hakkında yazılmış bir şiirdeki “şâh-ı rusül” ifadesini “Şâh-ı resul” diye okuduklarını duydukça üzülürüm. Çünkü “Şâh-ı resul”, Peygamberin şâhı demek olup hiçbir anlamı yoktur. Peygamberin şâhı değil, Peygamberlerin şâhı olur. Peygamberlerin şâhı diyebilmek için de o terkîbi şâh-ı rusül diye okumak gerekir.
Bugün gençlerimizin, internetle ilgili dünya kadar İngilizce kelimeyi ezbere bildikleri halde, kendi öz dillerinin ifadeleri olan Şâhı rusül’ü, Hayru’l-beşer’i bilmemelerine şaşar kalırım. Meselâ bu iki terkipte dört kelime geçiyor. Bu dört kelimenin üçü zaten dilimizde var. Şah, hayır, beşer kelimelerini herkes bilir. Rusül kelimesinin de Resûl’ün çoğulu olduğunu az bir gayretle anlamak zor değildir. Geriye kala kala bu terkipleri sondan başa doğru okumak kalıyor. Habîb-i Hak, Hakk’ın habibi; Hayru’l-beşer, insanların hayırlısı, Şâh-ı rusül Peygamberlerin şâhı gibi.
İnşallah benim genç sevgili okuyucularım bundan sonra Süleyman Çelebi’yi dinlerken, onun Şâh-ı cihân dediğini duyunca, bunun Cihanın şâhı demek olduğunu, Resûl-i Hak dediğini duyunca, bunun Hakk’ın elçisi demek olduğunu, Mahbûb-ı Hak dediğini duyunca bunun Hakk’ın sevgilisi demek olduğunu daha kolay bir şekilde anlayacak ve ağızlarında pek lezzetli bir akide şekerini veya Medine hurmasını emiyormuş gibi hoşluk duyacaklardır.
Süleyman Çelebi’nin burcu burcu Peygamber muhabbeti kokan sözlerinden biri de Mustafâ-yı mâh rû (ay yüzlü Mustafa) ifadesidir.
Kâinâtın göz bebeği
Bir zamanlar Allah’ın sevgilisini bütün ruhuyla seven milletimizin aydın kesimi, bu derin sevgiyi eserlerinde dile getirirlerdi. Ona duydukları engin sevgi ve saygıyı gösterebilmek için sözlerin en güzelini büyük bir titizlikle seçerlerdi.
Bundan iki buçuk asır önce yaşamış olan Hanîf İbrâhim Efendi de, daha çok hadîs-i şerîfe dair eserler veren bir Osmanlı âlimiydi. Şimdi de onun Hulâsatü’l-vefâ fî şerhi’ş-Şifâ adlı eserinde Nebiy-yi Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hakkında kullandığı, sözden ziyâde mûsikîyi alâkadar eden bazı saygı ifadelerini görelim:
Mihr-i dırahşânı nübüvvet (nübüvvetin parlayan güneşi),
Mâh-ı münîr-i risâlet (risâletin aydınlatan ay yüzlü güzeli),
Nebiy-yi âlîcâh (yüce rütbeli Peygamber),
Neyyir-i âsumân-ı risâlet (peygamberlik semâsını aydınlatan insan),
Sultân-ı enbiyâ ve server-i asfiyâ aleyhi’s-selâmü ve’t-tehâya (nebîler sultanı ve seçilmişler efendisi, üzerine selamlar ve dualar olsun).
Burada asfiyâ kelimesinden söz etmişken, ünlü şâirimiz Necâtî Bey’in bu kelimeyi nasıl kullandığına kulak verelim:
Fahr-i enbiyâ ve sened-i asfiyâ Muhammed Mustafâ (nebîlerin iftihârı ve seçilmişlerin dayanağı Muhammed Mustafâ).
Biz tekrar Şifâ-i Şerîf mütercim ve şârihi Hanîf İbrâhim Efendi’nin bu pek kıymetli eserinde Peygamber Efendimiz hakkında kullandığı saygı ifadelerine dönelim:
Bergüzîde-i benî âdem (Âdemoğullarının en seçkini).
Serdefter-i enbiyâ aleyhi ekmelü’t-tehâyâ (nebîler önderi, en üstün dualar ona olsun).
Nûr-ı dîde-i âlem (kâinâtın gözbebeği).
Hayru’l verâ aleyhi’t-tehâyâ (bütün yaratılmışların en hayırlısı, üzerine dualar olsun). Burada yine Efendimiz aleyhisselâm için kullanılan nûru’l-verâ (bütün yaratılmışların nûru) ifadesini de hatırlayalım.
Mefhar-i mevcûdât aleyhi asfa’t-tahiyyât (bütün varlığın kendisiyle iftihar ettiği zât, üzerine pek çok dua olsun). Mefhar kelimesi mefhar-i enbiyâ, mefhar-i cihan gibi terkiplerde de kullanılır.
Şâh-ı rusül ve güzîde-i gül (Peygamberlerin şâhı ve güllerin en seçkini).
İmâmü’l-müttakîn aleyhi salâtü’l-Muîn (müttakîlerin önderi, herkese yardım eden Allah’ın salâtü selâmı onun üzerine olsun). Bu saygı ifadesinin sonundaki Muîn kelimesine, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden kulaklarımız âşinâdır: “Ümmetinden razı olsun ol Muîn”
Su sesi gibi ruh ve gönül okşayan bu mûsikî nağmeleri, bir kısmımıza ağır ve ağdalı gelebilir. Çünkü bize kendi öz dilimizi, onunla alay ede ede unutturmaya çalıştılar. Büyüklerimizin, Resûlullah Efendimize duydukları muhabbeti ve saygıyı, zengin çağrışımlarla nasıl dile getirdiklerini daha iyi görebilmek için, şimdi de yukarıdaki saygı ifadelerinin sadece Türkçe söylenişine kulak verelim:
Peygamberliğin parlak güneşi, nebîler sultanı ve seçilmişler efendisi, Âdemoğullarının seçkini, nebîlerin iftihârı ve seçilmişlerin dayanağı, peygamberlik semâsını aydınlatan insan, nebîler önderi, kâinâtın gözbebeği, bütün varlığın kendisiyle iftihar ettiği insan, müttakîlerin önderi, bütün yaratılmışların nûru…
Elbette konumuz, eski dilimizin güzelliği değil. Onun göz alan ihtişamı zaten meydanda. Şüphesiz o güzel dil, Fahr-i cihân efendimize duyulan derin muhabbeti coşkulu bir lisan ile ifade etmeye son derece elverişliydi. Zira gönlünüzdeki engin duyguları dile getiremediğiniz zaman boğazınıza bir yumruk düğümleniyor.
Şimdi ne yapmamız gerektiğine bakalım. Gönüllerimizi buluşturan sevgili Efendimize duyduğumuz derin sevgi ve saygıyı, dilimizdeki malzemeyle, ama büyük bir titizlikle ifade etmeye çalışalım. Öte yandan, ecdadımızla irtibatı koparmamak için, bir muhabbet dili olan eski lisânımızın ipek kumaşını fırsat buldukça okşamaya devam edelim.