Din Uğrunda
YYaşar Kandemir hocamızın 1997 Aralık ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 142 Sayfa: 024)
İnsan dünyaya bir defa gelir. Kendisine verilen yaşama fırsatını iyi veya kötü bir şekilde kullanır, sonra da bu âleme vedâ edip gider. Bu kaidenin istisnâsı yoktur. Şüphesiz akıllı insan, kendisine bu bir defa, evet, sadece bir defa sunulan hayat ve ömür nimetini dikkatlice kullanır, sonra da en büyük başarıyı kazanmış olmanın derin huzuruyla ebedî yolculuğuna çıkar. Âhirette de ?Ah şöyle yapsaydım, keşke böyle davransaydım’ diye dövünüp pişmanlık duymaya fırsat vermez.
Hemen hepimiz müslüman bir cemiyette, müslüman bir ailede dünyaya geldik. Atalarının inandığı dini bırakıp Peygamber’in getirdiği dini kabul etmenin büyük sıkıntısını ve korkunç tedirginliğini yaşamadık. Böylece Cenâb-ı Mevlâ, doğrusu bize büyük bir lutufta bulundu.
Peygamber Efendimiz’in İslâm dinine dâvet ettiği sahâbîler bu muazzam sıkıntıyı yaşadılar. Akıllı, mantıklı, tutarlı, dirâyetli, üstelik yaşadıkları toplumda önemli makam ve mevki elde etmiş soylu kimseler, hele şiir ve edebiyatta ileri gitmiş kültürlü insanlar Kur’ân-ı Kerîm’i ilk defa duydukları zaman hayret ve hayranlık içinde kaldılar. Onun insan sözü olamayacağını kesinlikle anladılar. Ama bunu kimseye söyleyemediler. Dinlerine son derece bağlı halk kitlesi tarafından, hatta anneleri, babaları, kardeşleri, eşleri tarafından reddedilmenin, makam ve mevkilerini, itibar ve saygınlıklarını yitirmenin tedirginliğini hissettiler. Üç-beş yiğit müslüman dışında, Araplar yıllarca İslâmiyet’e korku ve endişeyle baktılar. Öyle ya, Hz. Ömer’in, nübüvvetin altıncı yılındaİslâmiyet’i kabul ettiğini, bir hesaba göre o vakitler henüz kırk beş erkek, on beş kadınınmüslüman olduğunu (İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 269) dikkate alırsak, altı yılda ancak altmış kişinin hidâyete erdiğini, yani yılda ortalama on kişinin Peygamber safında yer aldığını anlarız. Böylece atalarının dinini bırakıp yeni bir dine girmenin çok zor bir iş olduğu sonucuna varırız.
Şimdi, yeni bir dini kabul etmenin ne kadar zor olduğunu, bunu yaşayan bir sahâbînin ağzından dinleyelim.
*
Yiğenimi Koruyun!
Nübüvvetin on ikinci yılıydı. Ensar dediğimiz Medineliler, Mekke’nin Akabe mevkiinde Resûlullah Efendimiz’le gizlice bir araya gelip onu memleketlerine davet etmişlerdi, Bunu öğrenen Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas, Medinelilere hitaben bir konuşma yaptı. “Yiğenim benim en çok sevdiğim insandır” diye söze başladı. Sonra da memleketlerinde ona sahip çıkacaklarına, özellikle de Medineli yahudilerin suikastlarından kendisini koruyacaklarına dair onlardan teminat istedi.
Onun bu sözleri Medineli müslümanlara pek ağır geldi. Hele İslâmiyet’i ilk kabul eden Medineli ve Neccâr oğullarının temsilcisi Es?ad İbni Zürâre‘ye Hz. Abbas’ın bu sözleri pek dokundu. O, bir küfür diyarı olan Medine’de Allah’ın dinini tek başına yaymaya çalışmış ve bu suretle İslâm uğruna baş koyduğunu isbat etmiş bir kimseydi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem‘den izin istedi. Allah’ın Resûlü’nü kırmadan, onun hoşuna gitmeyecek bir söz söylemeden Hz. Abbas’a cevap vermek, Resûlullah’a olan imanlarının derecesini belirten bir konuşma yapmak istediğini söyledi. İtham etmeden konuşması şartıyla izin aldıktan sonra önce Peygamber aleyhisselâm‘a yöneldi ve ona özetle şunları söyledi:
“Yâ Resûlallah! Sen bizi insanlara pek ağır, pek zor gelen bir şeye davet ettin. Bizi kendi dinimizi terkedip senin getirdiğin dine inanmaya çağırdın. Bu oldukça güç bir iştir. Ama biz senin buyruğunu tuttuk. Komşularımızla, yakın, uzak akrabamızla ilgimizi kesmemizi istedin. Bu da pek zor bir iştir. Fakat biz yine de senin sözünü tuttuk. Biz oldukça güvenli ve muhkem bir şehirde huzur içinde yaşarken, kendimizden başkasının bize reis olması düşünülemezken, sen bizi kavminin yalnız bıraktığı, amcalarının korumadığı bir kimseyi himaye etmeye davet etin. Bu da zor bir işti. Ama biz sana baş üstüne dedik. Bütün bunlar insanların hoşlanmadığı şeylerdir.” Es?ad İbni Zürâre Resûl-i Ekrem’i incitmemeye özen göstererek sözüne devam etti. Peygamber aleyhisselâm‘ın emrettiği bütün bu işlerin, ancak Allah’ın sevdiği insanlara nasip olacak güzellikler olduğunu, onların da Resûlullah’a bütün benlikleriyle iman ve biat ettiklerini, canlarını onun uğruna seve seve kurban edeceklerini, onu kendi canlarından, çocuklarından, eşlerinden daha fazla koruyacaklarını söyledi.
Çelik gibi bir imana sahip olan, bu sebeple de Peygamber’e bağlılığından şüphe edilmesine dayanamayan Es?ad İbni Zürâre Hz. Abbas’a da bir iki söz söylemeden duramadı. “Ey bize Peygamber’in önünde sataşan zât!” diye söze başladı. Medineli müslümanlar olarak Peygamber uğrunda eşi, dostu, yakın uzak herkesi terkettiklerini söyledi. Resûlullah’a duydukları derin bağlılığı ve sarsılmaz imanı bir kere daha dile getirdi. Sonra da onu himaye edeceklerine dair isteyeceği her teminatı vermeye hazır olduklarını belirtti (Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâilü’n-nübüvve, Beyrut 1412/1991, s. 302-303).
*
Fırsatı Değerlendirmek
Peygambere duyduğu derin iman, aşırı sevgi ve sonsuz bağlılık konusundaki en ufak şüphe ve tereddüdü hazmedemeyen Es?ad İbni Zürâre hazretlerinin bu açıklaması, yeni bir dini kabul etmenin ne kadar zor ve çetin bir iş olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Onun bu sözleri, Peygamber devrinde sahâbenin, hatta o günden bugüne inandığı dini bırakıp hidâyete eren bütün insanların yaşadığı sıkıntıları gözler önüne sermektedir.
Kardeşlerim! Biz bu sıkıntıların hiçbirini yaşamadık. Gözümüzü bir ezan sesine açtık. Kulağımıza okunan kameti kuzu kuzu dinledik. Annemizin, babamızın, yakınlarımızın namaz kılarken yaptığı hareketler pek hoşumuza gitti. Seccâde üzerinde onları taklit ederek dinimizi öğrenip yaşamaya başladık. Her şey tatlı bir kaynak suyunu lıkır lıkır içercesine kolay oldu.
Şimdi kendimize sorabiliriz: Acaba bütün bu rahatlıkların, kolaylıkların, gözünü açıp kendini dinin kucağında bulmanın bir bedeli olmalı değil midir? İslâmiyet’i kendi gayretleriyle sonradan kabul eden çilekeş müslümanların yaşadığı zorlukların hiçbirini görmeden her şeyi hazır bulan bizlerin yapacağı bir şeyler yok mudur? “Elhemdülillah müslümanım” demekle veya orucunu tutup namazını kılmakla iş bitiyor mu? Dinimizi daha iyi öğrenmek ve olması gerektiği şekilde yaşamak için özel bir gayretin içine girmemiş gerekmiyor mu?
Çeşit çeşit tercüme ve tefsirleriyle Kur’ân-ı Kerîm elimizde. Resûlullah’ın sözleri, onun hayat görüşü ve yaşama tarzı bütün açıklığı ile önümüzde. Daha önceki müslümanlar gibi biz de aile efrâdımızla birlikte dinimizi güzelce öğrenmek ve öğrendiklerimizi yaşamak zorundayız. Evlerimizi İslâmiyet’in öğrenildiği ve yaşandığı birer okul haline getirmek mecburiyetindeyiz.
İslâm uğrunda büyük sıkıntılar çekmiş olan aziz sahâbî Es?ad İbni Zürâre’nin yukarıda arzettiğim bir cümlesi dikkatle okunmalıdır. O, İslâm uğrunda sıkıntı çekmenin halkın hoşuna gitmeyeceğini, ama bu şerefin, ancak Allah’ın sevdiği, iyiliğini ve olgunlaşıp kemâle ermesini dilediği kimselere nasip olacağını söylemektedir.
Demekki mânevî bakımdan olgunlaşmanın bir yolu, dini yaşama uğrunda başa gelen sıkıntılara katlanmaktır. Bugün dinini yaşayabilmek için işini, aşını, mesleğini, okulunu kaybedenler var. İyi bir müslüman olabilmek, hatta müslüman kalabilmek için rahatını ve huzurunu kaybeden, derin imanı sebebiyle kaybettiklerine üzülmeyen, Allah için imtihan edilmekten dolayı duyduğu derin iç huzuru ve tevekkülle her şeye katlanacağını belirten yiğit insanlar hâlâ var ve onlar aramızda yaşıyorlar. Din uğrunda imtihana girmiş ve onu kazanmış o yiğit insanlar, kendilerine hayranlıkla bakılması gereken has mü’minlerdir.
Nefsimizin oyununa gelmemek için tekrar tekrar kendimize soralım: Biz Allah yolunda ne yaptık? Hangi yiğitlik denemesinden geçtik? Hangi imtihanı kazandık? Şayet biz, Allah’ın sevdiği insanlar gibi zor bir imtihandan geçmemişsek, korkak, pısırık, uyuşuk ve rahatına düşkün nefsimize, “Ey nefsim! Din uğrunda sen ne kadar sıkıntı çektin?” diye sormalıyız. Cihad ruhundan uzak yetiştiği için sıkıntılardan korkan, Allah için fedakârlığın ne olduğunu tatmayan nefsimize din uğrunda zahmetlere katlanmanın korkulacak, ürkülecek bir şey olmadığını öğretmeliyiz. Şayet Allah Teâlâ bize lutfetmiş de bugüne kadar din uğrunda başımıza hiçbir sıkıntı vermemişse, şükreden bir kul olmanın gerektirdiği sorumlulukları hatırlamaya çalışalım. Ömür nimetinin insana sadece bir defa verildiğini hatırdan hiç çıkarmayıp fırsatı iyi değerlendirelim.