Cennetin Anahtarı
YYaşar Kandemir hocamızın 1999 Ağustos ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 162 Sayfa: 024)
Biz kelime-i tevhîdi söylemek için yaratıldık. Peygamberler insanlara bu kelimeyi öğretmek için gönderildi. Cennet bu kelimeyi söyleyenler, cehennem söylemeyenler için yaratıldı. Ama insan yüzyıllar boyu aldanmaya devam etti. Kimi kelime-i tevhîdin boş ve mânâsız olduğunu söyleyerek, kimi ?Ben kelime-i tevhîdi söylüyorum; cennetteki yerim sağlamdır’ diye düşünerek aldandı ve ömür sermâyesini boşa harcadı. Kur’ân-ı Kerîm, ölüm gelip çattığında acı gerçeği görüp “Rabbim! Beni geri gönder; boşa geçirdiğim dünyada iyi şeyler yapayım” diyecek olanlara böyle bir fırsatın verilmeyeceğini söylemektedir [Mü’minûn sûresi (23), 100]. Müslüman olmak en büyük şereftir. Ama bu şerefe sahip olmak bizi aldatmamalı, gevşetmemeli. Allah’ın bize ihsan ettiği bu şerefi başarıyla taşıyabilmek için daha uyanık davranmalıdır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz kelime-i tevhîdin zikirlerin en üstünü olduğunu belirtmiş, onu söyleyenlere müjdeler vermiştir. Gönülden inanarak Lâilâhe illallah diyenlerin veya “Eşhedü ellâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” diyerek kelime-i şehâdet getirenlerin öldükleri zaman cennete gireceklerini, cehennemin onlara haram olduğunu söylemiştir (Müslim, Îmân 53, Mesâcid 263). Gözümüzü parıldatan, gönlümüzü ümitle dolduran bu müjdeler bize müslüman olmanın bahtiyarlığını duyurmakta ve yaşama sevinci vermektedir.
Acaba biz bu müjdeleri doğru anlıyor muyuz? Yoksa arada bir “Lâilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” deyince elimizi, kolumuzu sallayarak cennete gireceğimizi mi düşünüyoruz?
Doğru Anlamak İçin
Âyetleri ve hadisleri doğru anlayabilmek için onları, benzeri âyet ve hadislerle birlikte düşünmek gerekir. Zira âyetler ve hadisler birbirini açıklar. Birinde olmayan bilgi diğerinde bulunabilir.
Peygamber Efendimiz’in âhirette ümmetine nasıl şefaat edeceğini anlattığı uzun bir hadîs-i şerif vardır. Bu hadiste kıyamet günü Allah Teâlâ’nın huzurunda dördüncü defa secdeye kapandığında, “Lâilâhe illallah” diyenlere şefaat etmesine izin vermesini isteyeceğini, bunun üzerine Cenâb-ı Mevlâ’nın: “Ben Lâilâhe illallah diyenleri cehennemden mutlaka çıkaracağım”buyuracağını haber vermektedir (Müslim, Îmân 326). Şimdi düşünelim: Bir yerden çıkabilmek için önce oraya girmek gerekmiyor mi? Şu halde “lâilâhe illallah” diyenlerin cennete girmesi ve cehennemin onlara haram olması sözünün anlamı, günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girmeleri ve kâfirler gibi ebediyyen cehennemde kalmamaları demektir.
Âyet ve hadisleri doğru anlayabilmek için onların uzmanı olan âlimlere baş vurmak gerekir. Kur’an ve hadis ilimleriyle meşgul olanlar bir meseleye dair birçok metni birlikte düşünme yeteneğine sahiptirler. Şimdi biz de öyle yapalım ve konumuzu onların görüşleriyle aydınlatalım.
Vaktiyle Emevîler devrinin üç büyük hiciv şâirinden biri olan Ferezdak‘ın eşi ölmüştü. Defin merâsiminde tâbiîn neslinin ünlü âlim ve zâhidi Hasan-ı Basrî de bulunmaktaydı. Hasan-ı Basrî hazretleri şiirleriyle onu bunu karalayan, insanların iffetini zedeleyen bu şâire bir ara kabri işaret ederek:
– Âhiret için ne hazırladın? diye sordu. Yaşlı şâir:
– Yetmiş yıldan beri kelime-i şehâdeti hazırladım, dedi. Hasan-ı Basrî:
– Ne güzel hazırlık! dedikten sonra şu sözleri ekledi: Lâkin kelime-i tevhîdin şartları vardır. İffetli kadınlara iftira etmekten sakın!
Demekki sadece kelime-i şehâdeti söylemekle iş bitmiyor. Onunla birlikte müslüman olmanın sorumluluğunu yerine getirmek gerekiyor. Hicviyeleriyle insanların iffetine dil uzatan bir kimseyi tek başına kelime-i tevhîd kurtarmıyor.
Yine bir defasında konumuzla ilgili olarak Hasan-ı Basrî’ye:
– Bazıları “lâ ilâhe ilallah” diyen kimsenin cennete gireceğini söylüyor. Siz ne dersiniz? diye sormuşlardı. Ünlü muhaddis şu cevabı verdi:
– Kim “lâ ilâhe ilallah ” dedikten sonra onun gereklerini ve farzlarını yerine getirirsecennete girer.
İbni Abbâs, İbni Ömer ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerden rivâyet ettiği hadisler Kütüb-i Sitte de yer alan tâbiîn âlimlerinden Vehb İbni Münebbih’e de bu konuyu sormuşlardı:
– “Lâ ilâhe ilallah” cennetin anahtarı değil mi?” demişlerdi. İbni Vehb de:
– “Evet, öyledir. Ama bütün anahtarların dişleri vardır. Eğer dişleri olan bir anahtarın varsa kapıyı açarsın, yoksa açamazsın” cevabını vermişti. Yani kelime-i tevhîdi söyledikten sonra Allah’ın emirlerine uyuyor, yasaklarından kaçıyorsan, sen dişleri olan bir anahtara sahipsin. O zaman cennetin kapısını da açarsın, demek istemişti.
Bir yolculuk sırasında bedevinin biri Resûl-i Ekrem’in bindiği devenin yularına yapıştı ve:
– “Yâ Resûlallah! Beni cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir tavsiyede bulun, dedi.” Peygamber Efendimiz ona:
– “Öyleyse Allah’a ibadet et, O’na ortak koşma. Namazı kıl, zekâtı ver, akrabalarınla ilgiyi kesme! Haydi, şimdi devenin yularını bırak!” buyurdu (Müslim, Îmân 12). Gözümüzde tüten cennete kolayca girmeyi sağlayan şeyin İslâm esaslarına uymak olduğunu gösterdi.
Sevginin Belirtisi
Kelime-i tevhîdi söyleyen kimsenin doğrudan cennete gireceği muhakkaktır. Zira bunu Allah’ın Resûlü haber vermiştir. Ama kelime-i tevhîdi söylemenin bir vasfı vardır. Vasıfsız söylenen kelime-i tevhîdin insanı doğrudan cennete götürme özelliği yoktur. “Lâ ilâhe ilallah” demek; ben sadece Allah’ı ilah biliyorum, sadece O’nu seviyor ve sadece O’ndan korkuyorum, umutlarımı sadece ve sadece Allah’ın gerçekleştireceğine inanıyorum, sadece O’na güveniyor, dileklerimi sadece O’na açıyor, O’ndan yardım diliyor ve sadece O’nun huzurunda baş eğiyorum, demektir. Eğer insan bu sayılan hususlarda veya benzeri konularda Allah’ın yerine bir başkasını koyuyorsa, umutlarını bir başkasının gerçekleştireceğini düşünüyor, ona güveniyor, ondan yardım diliyor ve ona baş eğiyorsa, o kimsenin samimi bir mü’min olmadığı ortaya çıkar. Böylesi birinin “lâ ilâhe ilallah” demesinin hiçbir faydası yoktur. Çünkü o, sözünde samimi değildir, riyâkârın biridir. İşte bu samimiyetsiz tavır yüzünden riyâ şirk sayılmıştır.
Kelime-i tevhîdi gönülden söyleyen bir kimse Allah’ın sevdiklerini sevmeli, sevmediklerinden yüz çevirmelidir. Eğer bir kimse Allah’ın sevmediği işleri seviyorsa veya Allah’ın sevdiği şeyleri sevmiyorsa onun imanı noksandır; kelime-i tevhîdi samimiyetle söylemediği bellidir. Hatta onun gizli bir şirkin pençesinde olduğu açıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiğine göre münafıklara ağır ceza verilmesinin sebebi “Onların Allah’ı gazaplandıran şeyleri yapmaları, O’nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır” [Muhammed sûresi (47), 28]. İşte bu sebeple müslüman Allah’tan başkasını sevmez. Sadece O’nu ve O’nun sevdiğini sever.
Allah’ı sevmenin açık bir tarifi istenirse, bunu yine Cenâb-ı Hakk’ın belirlediği şekilde ortaya koymak uygun olur. Ashâb-ı kirâm “Biz rabbimizi çok seviyoruz” demişlerdi. Allah Teâlâ onlara sevgilerini ispat etmenin yolunu gösterdi ve eğer beni seviyorsanız, Resûlüme uyun ki, ben de sizi seveyim ve günahlarınızı affedeyim buyurdu [Âl-i İmrân (3), 31]. Demek oluyor ki, Allah’ı sevmesinin ölçüsü ve ispatı Resûlullah’a uymaktır. Onu kendine model almaktır. Onun yaptığını yapmak, yapmayın dediğinden uzak durmaktır. Resûlullah’ın sevdiğini sevmek, sevmediğinden nefret etmektir. Diğer bir söyleyişle, eğer bir insan samimi olarak “lâ ilâhe ilallah” diyorsa, bunu ispatlamak için aynı samimiyetle “Muhammedün Resûlullah” demek zorundadır. Zira Allah’ın nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını bilen ve bunları bize bildiren Peygamber-i Zîşân Efendimizdir.
Ben Allah’ı seviyorum diyen kimse, Allah’a ibadet etmeyi de sever. Nefsi ne kadar hoşlansa, canı ne kadar çekse bile Allah’ın yasakladığı şeyleri terkeder. Sevgilinin sevmediğini insan nasıl sevebilir? Öyle bir durumda sevgiden nasıl söz edilebilir? Seven kimse, sevgilinin “öl!” dediği yerde ölmeli, Azrâil’e muhabbetle bakmalıdır. Bakamıyorsa, onun sevgisi bir iddiadan ibarettir.
İnsan Allah’ın sevgisini kazanınca büyük bir devlete nâil olur. Cenâb-ı Mevlâ’nın yardımını elde eder. İşleri rast gider. Duaları kabul olur. Efendimiz’in bir hadîs-i kudsîde beyan ettiğine göre Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Kulum bana (farzlara ilaveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de âdetâ onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum, benden her ne isterse onu mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum” (Buhârî, Rikak 38).
Yüce Rabbim bize de böyle bir muhabbet nasip eylesin.