Bir Garip Aşık
YYaşar Kandemir hocamızın 1990 Şubat ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 048, Sayfa: 006)
Yakınımızdaki lunapark bütün İstanbul’a dinletmek niyetiyle şarkılar çalar.. Geçen gün biraz hava almak üzere penceremi açtığımda, bu şarkılardan biri “Bir garip aşığım ben” diye içeri dalı verdi. Şarkının nakaratı üzerinde düşünürken, bir garib Peygamber aşığını hatırlayıverdim: Abdullah el-Hımar’ı. Onun garip hikayesine geçmeden önce, bir konudaki bilgimizi tazelemek isterim: Hatırlayacağımız üzere içki, yasaklanmadan önce, Araplar arasında çok yaygındı. Bu iptilayı kesin surette haram eden ayeti kerîme nazil olduğu zaman, dışarı fırlatılan içki küplerinden sokaklarda adeta içki seli aktı. Abdullah el-Hımar dışında bütün sahabîler bu yasağa bağlı kaldı. Ama o, belki de farklı mizacı ve meşrebi sebebiyle içkiyi bırakamadı. Bu yüzden sık sık Nebiyyi mükerrem efendimizin huzuruna getirilir, Efendimiz hazretleri de cezalandırılmasını emreder, hatta bazan kendisi mübarek papuçlarıyla, ashabı kiram elleriyle veya elbiseleriyle onu döverlerdi. el-Hımar sözünü yadırgamış olmalısınız. Abdullah çok şakacı olduğu ve herkese takıldığı için, sahabîler ona eşek anlamına gelen bu lakabı takmışlardı. Zaman zaman Resûli ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizi güldüren Abdullah’ın garip macerası Sahih-i Buharî’de anlatılmaktadır (Hudûd 5).
Abdullah’ın aynı kusurdan dolayı huzur-u risalete getirildiği birgün, mecliste Hz. Ömer de bulunuyordu. Zaman zaman yaptığı gibi yine celallendi:
Allahım! Şu adamı rahmetinden uzak tut! İçki yüzünden ikide bir getiriliyor, diye beddua etti.
Bu sözleri duyan Rahmet Peygamberi dayanamadı.
Ona lanet etme, Ömer! Allah’ı ve Resulü’nü sevdiğini kesin olarak biliyorum, buyurdu.
Allah’ı ve Resûlü’nü sevdiğinden emin olduğu sahabîsine, şefkat timsali efendimizin sahip çıkması, ona beddua edilmesine rıza göstermemesi ne harikulade bir hadise değil mi? Günahkar sahabîsinin gönlündeki muhabbete değer verip onu himayesine alması, günahları hesaba gelmeyen bizler için ne ümit verici hal, ya Rabbî!… İsyanlarının verdiği mahcubiyetten ötürü, o çok sevdikleri Peygamberlerinin mübarek yüzüne bakamayacaklarını düşünen Ümmeti Muhammed’e, bu hadisi şerif rahat bir nefes aldıracak, sevinç gözyaşları döktürecek, harap gönüllere teselliler bahşedecektir…
Perişan halimizi, geceyi gündüzü (leyi ü neharı) hep gafletle geçirdiğimizi, amel defterlerimizi baştan başa (serapa) çirkin işlerle (a’mali kabîh ile) doldurduğumuzu, bu yüzden fiillerimizi yazan Kiramen Katibin’den utanmamız (şermsar olmamız) gerektiğini Şeref Hanım (ö. 1861) ne güzel dile getirir:
Günahtan gayri yok bir özge kârım ya Rasûlullah
Geçer gafletle her leyl ü neharım ya Rasûlullah
Serapa dolmada defterler a’mal-i kabîhimle
Kiramen katibînden şermisarım ya Rasûlullah
Neccarzade Şeyh Rıza (ö. 1744) ayları, yılları (mah ü sali) tembellikle (bataletle) geçirdiğini, halinin sabaha karşı biraz göründükten sonra kaybolan beyazlığa (subhi kazibe) benzediğini, bu sebeple de inleyen gönlün (dili zarın) üzüntüsünün (melalinin) çok (füzun) olduğunu söylerken halimizi ne güzel tasvir eder:
Dil-i zarın füzun oldu melali ya Rasûlullah
Betaletle geçirdi mah ü sali ya Rasûlullah
…
Günahından utanmaz, ak sakalından haya etmez
Rıza’nın subhi kazibdir misali ya Rasûlullah
Tırnovalı Şeyh Ahmed Raşit de (ö. 1866) bize tercüman olarak ümmetin isyankarları (usat-ı ümmet) arasında benim gibi bir günahkar (müznib) var mıdır acaba (âyâ) diye yanıp yakılmakta, gündüzünü, gecesini (ruzü leyalini) hep günah (cürm) ile geçirdiğim için ağlayıp döğünsem yeridir (sezadır) demektedir:
Usat-ı ümmet içre var mı aya ben gibi müznib
Bulunmaz zannım elhâsıl misalim ya Rasûlullah
Sezadır ağlasam, yansam, yakılsam, ah ü vah etsem
Gezer hep cürm ile ruz ü leyalim ya Rasûlallah.
Vasıf-ı Enderunî (ö. 1824) bizim durumumuzda olanların ne söylemesi gerektiğini hatırlatır: Dünyada binlerce (hezaran) yüzü kara (rû siyah) içinde, sırf isyandan oluşmuş (mürekkep) bizim gibi birinin bulunmadığını bilmemizi; tanınma ümidiyle (ümid-i ma’rifetle) ve günahlarımızı eşek gibi (manend-i merkep) yüklenerek isyancıların kabul edildiği kapıya (dergeh-i isyana) gitmemizi ve Efendimiz’in lütüfkar bir bakışını (nigah-ı lütfunu) umarak, bizi edebli biri (merdi müeddeb) yapmasını niyaz etmemizi hatırlatıyor:
Eğerçi vardır alemde hezaran rû siyah amma
Benim gîbi yok isyandan mürekkep ya Rasûlullah
Ümîd-i ma’rifetle dergeh-i isyanına geldim
Günahım yüklenip manend-i merkep ya Rasûlullah
Edepsizdir deyü etme nigah-ı lûtfdan mahrum.
Beni feyzinle kıl merd-i müeddeb ya Rasûlullah
Bizim gibi gariplerin dilinden düşmemesi gereken böyle bir niyazı, Leyla Hanım da (ö. 1847) hatırlatır.
Ne yüzle varacak Leyla, huzûra rûz-i mahşerde
Ona rahmeyle, şah-ı enbiyasın ya Rasûlullah
Sohbetimize konu olan Abdullah el-Hımar’ın kimliği net bir şekilde bilinemiyor. Hadisi şerifte sarhoş olarak getirildiği belirtilen zatın, ya şakacılığı ile meşhur sahabî Nuayman veya onun oğlu olduğu tereddütlü bir ifade ile anlatılmakta ise de, İbn Hacer Askalanî, onun Nuayman olduğunu kesin bir dille belirtmektedir. Mezkur hadisi şerhederken Kirmanî’nin Nuayman’a dair anlattığı bazı olaylar doğrusu çok hoştur:
Nuayman, pazar yerinde turfanda bir meyva görse, onu ilk olarak Hz. Peygamber’in tadmasını isteyecek kadar ona aşıktır. Hali vakti yerinde olmadığı için de, meyvanın parasını ödeyip alamamaktadır. Bir defasında pazarda turfanda bir meyva görür. Bazı rivayetlerde bunun “bir tulum yağ ile bir tulum bal olduğu” bildirilmektedir. Her ne ise Nuayman bunları veresiye alıp Resûl-i ekrem efendimize sunar. Bir müddet sonra malın sahibi aldığı şeylerin parasını isteyince, Nuayman onu Hz. Peygamber’in huzuruna çıkararak:
Ya Rasûlullah, adamın parasını ver, deyince, o güzeller güzeli, kendine has tebessümüyle, mübarek inci dişleri olanca güzelliğiyle etrafı parlatıncaya kadar güler.
Yine bir defasında Fahri kainat efendimizle görüşmek üzere bir bedevî geldi. Devesini Mescid’in avlusunda bırakıp içeri gardi. Nuayman ve arkadaşları avluda oturuyorlardı. Bazı sahabiler:
Nuayman! Hayli zamandır et yemedik. Şu deveyi kessen de yesek, dediler. Nuayman;
Olur mu canım? Sonra Resulullah bana ne der? diye itiraz eder.
Birşey demez. Bedevîye de devesinin parasını verir, dediler.
Nuayman ısrarlara dayanamadı, deveyi kesti; Sonra da yakındaki bir evin avlusuna girip bir çukura saklandı. “Burada olduğumu Hz. Peygamber’e söylemeyin” diye tenbih ederek üstünü hurma dallarıyla örttü.
Hz. Peygamberle konuşmasını bitiren bedevî, Mescid’den çıkıp da devesini kanlar içinde görünce feryada başladı. Bedevinin sesini duyan Mefhar-i Mevcudat efendimiz dışarı çıkıp işin aslını ögrenince:
– Nerede Nuayman? diye sordu. O sorar da söylememek olur mu! Nuayman’ın saklandığı yeri haber verdiler. Resul-i Ekrem (s.a.) oraya gidip de:
– Hani nerde? diye sorunca, parmaklarıyla onun saklandığı çukuru göstererek:
Nerede olduğunu bilmiyoruz, ya Resulallah, dediler.
Efendimiz hurma dallarını çekip de, yeni yağan yağmurdan dolayı yüzü, gözü çamur içinde kalan Nuayman’ın komik halini görünce öfkesini unuttu, gülmeye başladı. Mübarek elleriyle Nuayman’ın yüzündeki çamurları temizlerken:
Bunu neden yaptın? diye sordu. Nuayman’ın cevabı hazırdı:
Saklandığım yeri sana haber verenler yaptırdılar, ya Resûlallah! dedi.
Nuayman, ne yaparsa yapsın bir sahabîdir. Hem de Bedir ve Uhud gibi büyük savaşlara katılmış bir sahabîdir. Hz. Reygamber’e böylesine yakındı ve onun muhabbetine mazhar olmuş bir bahtiyardır. Biz onun da şefaatini niyaz ederiz. Gönlümüzü yeni bir şefaat ümidiyle kanatlandıran, Nuayman’ın Kainatın efendisine beslediği muhabbet dolayısıyla gördüğü iltifatı peygamberîdir. Ahir zamanda gelen gariplerden olma dışında hiçbir özelliğimiz, güvenebileceğimiz hiçbir amelimiz yok. Güvenebileceğimiz tek şey, gönlümüzdeki Peygamber sevgisidir. Yüce Rabbimizden, tutunabileceğimiz bu yegane dalı hep yeşil, hep ter ü taze tutmasını ve bizleri “Ne mutlu o garîplere!” hadis-i şerifinde sözü edilen ahir zaman bahtiyarlarından eylemesini niyaz ederiz.