Bir Dediği İki Edilmezdi
YYaşar Kandemir hocamızın 1996 Aralık ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 130 Sayfa: 024)
Madde insana hakim olunca herşey maddîleşiyor. Düşünceler, telakkiler, hatta inançlar bile maddîleşiyor. Dünyaya maddenin soğuk penceresinden bakan birine, engin mana ikliminden, mesela İki Cihan Güneşi Efendimiz’e Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği üstün imkanlardan ve mucizelerden söz ettiğiniz zaman, adam size bön bön bakıyor. Belki de içinden size acıyor ve bu çağda hala bu kafayı taşıyanlar var, diye düşünüyor. Sizi zavallı bulan o zavallı, peygamberlere verilen mucize ile evliyaya verilen kerametin akıl terazisi ile tartılamayacağını o çok güvendiği aklına sığdıramıyor. Her şeyi bilip kavradığını zannettiği aklının kabul ve tasvip etmediği şeyleri gerçek dışı sayıyor. İşte bu nokta, iman ile imansızlığın kesiştiği sınır noktasıdır. Aklın verilerinden başkasını kabul etmeyen kişi bu noktada tıkanıp kalırken, mü’min, aklı da vahyi de Allah Teâlâ’nın yarattığına inanmak suretiyle o dar boğazı aşıp ötelere geçiyor. Aklın dar çemberinden kurtulmak suretiyle imanın sonsuz ufkunda mesafeler alıyor.
Cenab-ı Mevlâ’nın peygamberlerine ihsan ettiği sayısız mucizeler vardır. Peygamber kıssalarına dair yazılmış eserler ile bizim Peygamberimiz’e mahsus olmak üzere kaleme alınmış Delâilü’n-nübüvve ve Hasâis kitapları bu mucizelerle doludur. Resûl-i Mükerrem Efendimiz’e verilen mucizelerin bir kısmı -mesela İsra hadisesi, ayın ikiye bölünmesi olayı- Kur’an-ı Kerîm’de, bir kısmı da hadîs-i şeriflerde anlatılmaktadır. Bu sohbetimizde Efendimiz’in eşsiz mucizelerinden ikisini ele alacağız.
Söz Dinleyen Ağaçlar
Bir sefer esnasındaydı. Aralarında Peygamber aleyhisselam’ın da bulunduğu sahabîler bir vadide konaklamışlardı. Resül-i Kibriya’nın abdest bozmak üzere uzaklaştığını gören genç sahabîsi Cabir İbni Abdullah, Allah’ın Resulü’ne hizmet etmek, abdest suyunu dökerek duasını almak arzusuyla eline bir su kabı aldı ve arkasından yürüdü.
Hz. Peygamber ihtiyacını giderirken bir kimsenin kendisini görmesinden rahatsız olurdu. Onun için de mümkün olduğu kadar uzağa giderdi. Fakat o vadide kendisine siper alabileceği tabii bir sütre görünmüyordu. Fahr-i Cihan Efendimiz vadinin kenarında iki ağaç gördü ve o tarafa doğru yürüdü. Ağaçların yanına varınca, birinin dallarından tutup “Allah’ın izniyle bana itaat et!” diye kendine doğru çekti. Cabir radıyallahv anh’ın anlattığına göre o ağaç dalı, sahibine huysuzluk ettiği için burnuna gem takılmış deve gibi uysal davrandı. Sonra öteki ağaca gitti, ona da aynı şeyi söyledi. O dal da Resûlullah’ın çektiği yere geldi. O da iki dalı birbirine bitiştirdi ve “Allah’ın izniyle benim üzerime kapanın” buyurdu. İki ağaç dalı Allah’ın Resulü’ne güzelce siper oldu.
Olanı biteni derin bir hayret ve hayranlıkla seyreden Cabir, kendisinin orada bulunduğunu Resül-i Zîşan görür de rahatsız olur ve belki daha uzağa gider diye düşündü ve bütün gücüyle koşarak oradan uzaklaştı. Sonra yere oturarak gördükleri üzerinde düşünmeye başladı. Resulullahsallallahu aleyhi ve sellem’in gelmekte olduğunu farkedince toparlandı ve ağaçlara baktı, ikisi de birbirinden ayrılmış ve gövdeleri üzerine doğrulmuştu. Bu sırada Hz. Peygamber bir yerde durdu ve sağa sola bakındı; sonra da Cabir’e doğru yürüdü. Genç sahabisi Cabir’in yanına gelince:
– Demin benim durduğum yeri gördün mü, Cabir? diye sordu. Cabir:
– Gördüm, ya Resulullah! dedi.
– Öyleyse şu iki ağacın yanına git; her birinden bir dal kes; biraz önce benim durduğum yere gelince, kestiğin dallardan birini sağına, diğerini de soluna göm! buyurdu. Cabir bunu neden yapacağını bilmemekle beraber:
– Baş üstüne, diyerek uzaklaştı. Fakat yanında bıçak gibi kesici bir şey yoktu. Yerden bir taş alıp kırdı. Kırılan taşı diğerine sürerek keskinleştirdi. Sonra da onunla ağaçlardan birer dal kesti; onları Resulullah’ın işaret buyurduğu yere getirdi ve tarif ettiği şekilde yere dikti. Dönüp Hz. Peygamber’e baktığında onun bir hayli uzaklaşmış olduğunu gördü. Arkasından yetişerek:
– Emrinizi yerine getirdim, ya Resülallah. Ama buna neden gerek duydunuz? diye sordu. Kainatın Efendisi Cabir’in derin imanını güçlendiren şu cevabı verdi:
– “Oradan geçerken, içinde yatanların azap gördüğü iki kabre rastladım. O iki ağaç dalı kuruyana kadar, benim şefaatim sayesinde o kimselerin azaplarının hafifletilmesini arzu ettim” (Müslim Zühd 74).
O Peygamber-i Zîşan işte böyle bir peygamberdi. Sözleri ağaçlara bile geçer, gözleri toprağın altındakileri dahi görürdü. Sadece insanlara değil, “alemlere rahmet olarak” gönderilmesi sebebiyle her varlık ona itaat ederdi.
Burada, kabirlerinde azap gören iki kişiye dair bilgimizi tazeleyelim. Bilindiği üzere onlardan biri, insanlar arasında söz taşıyıp gıybet ettiği için azaba uğratılmıştı. Diğerinin günahı ise, abdest bozarken üzerine idrar sıçramasına engel olmamasıydı. Cenab-ı Hak katında şefaatinin kabul edileceğini bilen Kâinatın Efendisi, o zavallı insanlara da merhamet elini uzatmış, ıstıraplarını dindirmek istemişti.
Dağlara, Tepelere!
Peygamber aleyhisselam’ın Allah katındaki mevkiinin pek yüce olduğunu, bu sebeple de dualarının Cenab-ı Mevlâ tarafından reddedilmeyip kabul edildiğini gösteren pek çok örnek vardır. Bunlardan biri şu mucizedir:
O sene Arabistan’ın bir bölgesinde kuraklık olduğu için halk büyük bir sıkıntı çekiyordu. Bir Cuma günü Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hutbe okurken bir bedevî ayağa kalktı:
– Ya Resülallah! Mallarımız telef oldu; çoluk çocuğumuz aç kaldı. Bizim için Allah’a dua et de yağmur yağsın, dedi. Resûl-i Zîşan da adamı kırmayarak oracıkta mübarek ellerini kaldırıp:
– Allahım bize yağmur ver! Allahım bize yağmur ver! Allahım bize yağmur ver! diye dua etti.
Hadisin ravisi Enes İbni Malik’in yeminle tasvir ettiğine göre, o sırada gökyüzünde ne bir bulut vardı ne de bir bulut parçası. Allah’ın Resulü daha ellerini yere indirmeden gökyüzünde dağlar gibi bulutlar oluştu. O daha minberden inmeden yağmur inmeye başladı. Ashab-ı kiram Resûli Müctebâ’nın o mübarek sakalından damlayan yağmur sularını büyük bir zevkle seyrettiler. Ertesi haftaya kadar durmadan dinmeden yağmur yağdı. Medineliler bir hafta boyunca güneş görmediler.
Yine Resülullah hutbede iken kapıdan içeri ya o adam veya bir başkası girerek:
– Ya Resülallah! O kadar çok yağmur yağdı ki, evler çöktü, hayvanlar öldü, yollar kesildi. Allah’a dua ediver de artık şu yağmur dinsin, dedi. Habîbullah Efendimiz ellerini kaldırarak:
– “Allahım! Üzerimize değil etrafımıza yağdır. Allahım! Dağlara, tepelere, vadi içlerine ve ormanlara”, diye dua etti. Mübarek elini hangi tarafa uzattıysa, oradaki bulutlar paramparça oldu ve Medine’nin üzeri yusyuvarlak bir tepsi gibi açıldı. Namaz bitip cemaat dışarı çıktığında, güneş o bahtiyarların yanaklarını okşamaya başladı. Kanat vadisinden bir ay boyunca sel suları aktı. O günden sonra dört bir yandan gelen kimseler hep bolluktan bereketten söz ettiler (Buharî, Cum’a 35; Müslim, İstiskâ 9).
Bizim Peygamberimiz, başımızın tacı Efendimiz Allah’ın sevgilisiydi. O bir Rahmet Güneşiydi. Dua ve niyazına Cenab-ı Hakk’ın böylesine değer verdiği ve bir dediğini iki etmediği hatırlı bir insandı.
İki cihanda bahtiyar olmayı dileyen sevgili kardeşlerim! Resûl-i Kibriya Efendimiz’in gösterdiği yolun tek çıkar yol olduğuna bütün varlığımızla iman edelim. Onun buyruklarına “uysal bir deve gibi boyun eğen” ağaçlardan daha geri, mesela bir kereste gibi katı ve duygusuz olmadığımızı ispat ederek buyruklarını cana minnet bilelim. Hatta bir kütüğün bile onun hasretine dayanamayıp inlediğini hatırımızdan çıkarmayalım. Hadîs-i şerîfiyle beynimizi, sünnetiyle yolumuzu aydınlatalım ve böylece, inşallah, muradımıza erelim.