Anlayışlı Olmak
YYaşar Kandemir hocamızın 2000 Mart ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 169 Sayfa: 024)
Kendimizi çok önemseriz. Sevilmeye, sayılmaya, itibar edilmeye bayılırız. Bir hata edersek başkalarından anlayış bekleriz. Bizi anlayanları sever, anlamayanlardan şikâyet ederiz. Kendini herkesten ilerde görmek, kusurlarının küçük görülmesini istemek bizim onulmaz hastalığımızdır. Peygamberler, din büyükleri bu hastalığı tedavi etmeye çalışırlar. Nefsimizi küçümsemeyi, başkalarına değer vermeyi, onlara karşı anlayışlı olmayı tavsiye ederler.
Kendini öne çıkarma hastalığı umûmi olduğuna ve herkes birbirinden anlayış beklediğine göre, sevgili ahlâk hocamız Efendimiz aleyhisselâm‘ın rehberliğinde insanları anlamaya gayret edelim. Bunu başarabilirsek onulmaz derdimiz iyileşebilir. Gem almaz nefsimiz söz dinleyebilir.
Câhillere Uymamak
Medineli yahudiler zaman zaman Resûl-i Ekrem’in yanına gelir, onun gerçek peygamber olup olmadığını anlamak için sorular sorar, böylece onu bir tür imtihan ederlerdi. Yine birgün Resûl-i Ekrem’in huzuruna giren yahudiler, sözde selâm veriyormuş gibi yaparak ve “lâ” hecesini yutarak “es-Sâmü aleyküm” dediler. Sâm ölüm demektir. Böylece onlar Kâinâtın Efendisine ?Allah canını alsın’ demiş oldular. Resûl-i Ekrem bu kaba heriflere “Ve aleyküm” yani sizin üzerinize de olsun diye karşılık verdi. Fakat orada bulunan Hz. Âişe annemiz yahudilerin bu hakaretinden pek incindi. Onlara “Sizin üzerinize de olsun, Allah size lânet etsin, gazabı üzerinize olsun” karşılık vermeden edemedi.. Resûl-i Ekrem Efendimiz sevgili eşini yatıştırmaya çalıştı:
– “Sâkin ol, Âişe! Anlayışlı davran; şiddet gösterme; kötü söz söyleme!” buyurdu. Haksızlığa göz yummayan kıymetli annemiz:
– “Ne dediklerini duymadın mı?” deyince, Resûl-i Muhterem:
– “Sen benim nasıl cevap verdiğimi duymadın mı? Sözlerini aynen iade ettim. Benim onlar hakkındaki duam kabul olunur; ama onların benimle ilgili temennileri kabul görmez” diye cevap verdi (Buhârî, Edeb 29). Doğru yolu bulan birçok yahudi gibi onların da müslüman olabileceğini düşünen Resûlullah Efendimiz câhillere uymama konusundaki ilâhî buyruğu dikkate almış; bu kaba ve görgüsüz adamların saygısızca davranışlarıyla ilgilenmemişti. Onları basitlikleriyle başbaşa bırakmış, büyük bir mahâret göstermiş gibi içten içe gülüp eğlenmelerini görmezden gelmişti. Büyüklerin âdeti böyleydi. Hizmetkârı Enes İbni Mâlik’in dediği gibi Resûlullah kimseye sövmez, çirkin sayılacak bir söz söylemez ve lânet etmezdi (Buhârî, Edeb 38, 44).
Seyyid-i kâinât Efendimiz’in bu üstün özelliğini bütün güzelliğiyle ortaya koyan bir başka davranışına bakalım. Kaba saba hareketleriyle ünlü bedevî Uyeyne İbni Hısn birgün Resûlullah’ı ziyarete gitti. O sırada Kâinâtın Efendisi bazı sahâbîleriyle sohbet etmekteydi. Uyeyne’nin huzura girmek istediğini haber verdiler. Bu zât kaba saba biri olmakla beraber kabilesinin reisiydi. O zaman daha müslüman olmamıştı. Şayet müslüman olursa kabile halkının da onunla birlikte İslâmiyet’i kabul etmesi muhtemeldi. Efendimiz onu içeri almalarını söyledikten sonra, kendisini tanımayan arkadaşlarını uyarmak, onun haline aldanmalarına engel olmak istedi; bu zâtınkabilesinde kötü biri olarak bilindiğini hatırlattı. Uyeyne içeri girince ona karşı gayet nâzik davranıp hal hatır sordu; güler yüz gösterdi; kendisini dinleyip yolcu etti. Olup bitenleri hayretle seyreden Hz. Âişe Resûl-i Ekrem’in bu davranışına bir mâna veremedi.
– Yâ Resûlallah! Hem adamın iyi biri olmadığını söyledin hem de yanına gelince kendisine güler yüz gösterip iyi muâmele ettin, deyince Habîbullah Efendimiz şunları söyledi:
– Âişe! Hiç benim çirkin söz söylediğimi gördün mü? Kıyâmet gününde Allah’ın huzurunda çok kötü durumda kalacak kimse, şerrinden yani çirkin söz söylemesinden çekinip de insanların terkettiği şahıstır (Buhârî, Edeb 38; Müslim, Birr 73).
Uyeyne İbni Hısn’ın İslâm tarihinde güzel bir nâmı yoktur. Hz. Ebû Bekir devrinde dinden çıktığı, müslümanlara karşı savaştığı, sonra tekrar müslüman olduğu bilinmektedir. Bazı rivayetlerde bu zâtın Uyeyne değil, Mekke fethinde müslüman olmakla beraber müellefe-i kulûb dediğimiz gönlü İslâm’a henüz ısınmayanlardan Mahreme İbni Nevfel olduğu belirtilmektedir. Hangisi olursa olsun, şayet Efendimiz o adam kötüdür diye kendisine kötü davransaydı, belki de dinden büsbütün uzaklaşmasına meydan vermiş olacaktı. Bu sebeple müdârâ usûlünü kullandı. Ona tatlı ifadelerle gönül okşayan sözler söyledi. Aralarında ülfet hâsıl olmasına imkân hazırladı. Zira müdârâ; câhile bir şey öğretirken, günahkârı uyarırken yumuşak ifadeler kullanma sanatıdır. Efendimiz’in yaptığı işte budur. Büyük insanlar, üstün yaratılışlarının gereği, kötülere iyi davranırlar. Onların iyiyi ve güzeli, fazileti ve yüce ahlâkı tanımasına imkân verirler. İnsanları idare etmek, törpülenmemiş yanlarını görmezden gelmek akıllıca bir davranıştır.
Uyeyne İbni Hısn Hz. Ömer devrinde Medine’ye gelmişti. Yeğeni Hür İbni Kays Hz. Ömer’in danışma meclisi üyelerinden âlim bir kimseydi. Yeğeninden kendisini halife ile görüştürmesini istedi. Belliki ondan bir şeyler isteyecekti. Halifenin huzuruna girince “Ey Mü’minlerin emiri!” diye hitap edecek yerde “Ey Hattâb’ın oğlu! Sen aramızda adaletle hükmetmiyorsun” dedi. Söylediği sözler Hz. Ömer’i öfkelendirdi ve onu tokatlamak istedi. Hür İbni Kays araya girerek:
– Ey mü’minlerin emiri! Allah Peygamberine: “Affı seç, iyiliği emret, câhillerin kusuruna bakma” buyurdu [A?râf sûresi (7), 199]. Benim amcam da câhillerdendir, dedi. Allah’ın kitabına son derece bağlı olan Hz. Ömer, âyet-i kerîmeyi duyar duymaz Uyeyne’yi cezalandırmaktan vazgeçti (Buhârî, İ?tisâm 2).
Allah Teâlâ iyilikle kötülüğün aynı olmadığını söylüyor; kötülüğü iyi bir davranışla önlemeyi tavsiye ediyor. Öyle yaparsak, aramızda düşmanlık bulunan kimseyle candan bir dost olacağımızı belirtiyor. Sonra da bu zor işi yiğitlerin yapabileceğini hatırlatıyor [Fussılet sûresi (41), 34-35].
Halden Anlamak
Hâlden anlamak bir yönetim sanatıdır. Maddî ve mânevî ihtiyaçları gözetmek gönül kazanmaya vesile olduğu için insanların maddî ve mânevî sıkıntılarını dikkate almalıdır. Efendimiz’in hayatında bunun güzel örnekleri vardır.
Medine döneminde İslâm güneşi Arabistan’ın dört bir yanını aydınlatmaya başladığında Müslümanlık’la şereflenen bahtiyarlar dinlerini öğrenmek ve yaşamak durumundaydılar. Her kabileye bir muallim gönderme imkânı yoktu. Bu sebeple bazı kabileler akıllı ve anlayışlı gençlerini Resûl-i Ekrem’in yanına gönderiyorlar, onlar da Mescid-i Nebevî’de yatıp kalkarak hem Efendimiz’den hem de Mescid-i Nebevî’nin yatılı talebesi durumundaki ehl-i Suffe’den dini öğreniyorlardı. Mâlik İbni Huveyris de bu gençlerden biriydi. Benî Leys kabilesinden aynı yaşlarda birkaç delikanlı İslâm’ı öğrenmek üzere Medineye gelmişlerdi. Orada tam yirmi gün kaldılar. Peygamber aleyhisselâm‘ı ve onun yanındaki müslümanları çok sevmekle beraber ailelerini de özlediler. Mâlik’in çok merhametli ve şefkatli bir insan olduğunu söylediği Gönüller Sultanı Efendimiz onların bu özlemini farketti. Herbiriyle tek tek görüşerek kendilerini kimlerin beklediğini sorup öğrendi ve artık geri dönme vaktinin geldiğini söyledi. Öğrendiklerini ailelerine de öğretmelerini, namazı tıpkı kendisinin kıldığı gibi kılmalarını, namaz vakti girince içlerinden birinin ezan okumasını, en yaşlılarının imam olmasını istedi. Sonra da bu gençleri memleketlerine gönderdi (Buhârî, Ezân 18, 49, Edeb 27).
Müslüman güzel insandır. Anlayışlı adamdır. Herkes gibi o da ya idareci ya işveren ya öğretmen veya anne, babadır. Kendisine müdürüm, patronum, hocam, annem, babam diye hitab eden kimselerin onun şefkatine, sevgi ve anlayışına ihtiyacı vardır. Ümmetini çok seven, onların incitilmesine asla râzı olmayan Resûl-i Ekrem Efendimiz iyi idarecilere dua, kötü idarecilere beddua etmiştir. “Allahım! Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara zorluk çıkarana sen de zorluk çıkar. Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara anlayış gösterenlere sen de anlayış göster” buyurmuştur (Müslim, İmâre 19). Biz de Allah’ın rahmetini, Resûlullah’ın şefâatini kazanmak için etrafımızdakilere anlayışlı olmaya gayret edelim.