Alimler de Hesaba Çekilecek
YYaşar Kandemir hocamızın 1998 Mart ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 145 Sayfa: 024)
Dünyada herkes yapıp ettiğinden sorumludur. Cenâb-ı Mevlâ’nın, lutuf buyurup kendilerine ilim verdiği kimseler ise hem yapıp ettiklerinden hem konuşup söylediklerinden sorumludur. Hele hilâf-ı hakikat konuşmuşlar, halka tavsiye ettiklerinin aksini yapmışlarsa durumları daha kötüdür. Bendeniz de âlimlere talebelik ettiğim için bir hadîs-i şerîfi hatırladıkça ürperir ve öyle feci bir duruma düşmekten korkarım. Zira âhiretteki korkunç bir sahneyi tasvir eden bu hadisin, önceliklehalka dinlerini öğreten kimseler için söylendiğini düşünürüm.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Kıyâmet gününde bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkep gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanına toplanırlar ve:
– Ey falan! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin? derler. O kişi de:
– Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım; kötülükten nehyederdim, fakatkendim yapardım, der” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 10; Müslim, Zühd 51).
Şüphesiz bu acı uyarı, sadece âlimleri ve mürşidleri değil, söylediğinin aksini yapan herkesi hedef almaktadır. Ama öncelikle halkın hoca dediği, âlim dediği, din adamı diye değer verdiği kimseleri ilgilendirmektedir. Şüphesiz halka akıl veren, onları uyaran kimseler sözlerinde ve davranışlarında daha dikkatli olmak zorundadır. Bildikleri ve tavsiye ettikleri doğrultuda hareket etmedikleri takdirde kendilerini korkunç bir âkıbet beklemektedir.
Önce bu hadîs-i şerîfi aklımızın bir köşesine kaydedelim. Sonra da memleketimizden bazı âlim manzaraları görelim. Âlim diyorum, zira bazı zevât makamı, mevkii, radyo ve televizyonlardaki sözü, sohbeti sebebiyle öyle biliniyor ve öyle anılıyor. Haydi onlara biz de âlim diyelim. Ama bir âlimin, bazı mahfillerin takdirini kazanma pahasına, takdire âşık nefsini ve doyma bilmeyen hırsını tatmin uğruna Allah’ın lânetini, milletin nefretini kazanmayı göze alması akıl kârı değildir. Memleketimizde bazı müslümanlar vardır ki, onlar İslâmiyet’i yaşamayı arzu etmekle beraber sosyal, kültürel, belki de rûhî sebeplerle dini yaşamaya çalışanlara biraz mesafeli dururlar. Hatta onları hafife alırlar. İşte bu tür kardeşlerimizi, gûyâ dine daha yaklaştırmak düşüncesiyle “Mü’minin en hası sizsiniz. Sizden âlâ müslüman olur mu?” diye pohpohlayarak İslâmî çizgiden uzaklaştırmak, tutum ve kanaatlerine meşrûiyet kazandırmak ve böylece hem onları hem kendini mânevî bir felâkete sürüklemek son derece yanlıştır. Hele, emellerine hizmet ettiği bazı kesimler ile nefsâniyetlerini okşadığı kimselerin takdirine mazhar oldukça kibrin, gururun, enâniyetin yelkenlerini gittikçe şişirmek hiçbir âlime yakışmaz. Bundan daha fenası, ?En büyük âlim benim, her şeyin doğrusunu ben bilirim’ havalarına girerek şeytanın iğvâsına gelmektir. Güçlü bir âlim olmadığını bile bile üç kuruşluk dünya menfaati ve hırsı uğruna âlim geçinmek, vicdanının sesine kulak vermeyerek bildiği doğruların aksini söylemek ve bunun tabii sonucu olarak milyonlarca zavallıyı aldatmak kendine büsbütün yazık etmektir. Konumuzun başındaki hadis, bu tür âlimleri iyice düşündürmelidir.
İki Pervâsızlık Örneği
Yine kendilerine âlim denilen bazı kimselerin, yukarıda tasvir etmeye çalıştığım sözde âlimlere yardakçılık ettiğini ve onların doğrultusunda ilerlemeye çalıştıklarını görmekteyiz. Size bunlardan ibretle bakılacak iki pervâsızlık örneği sunacağım. Bu âlimlerden birinin sözünü çok satan bir gazetede okudum; diğerini bir televizyon kanalında hayretle seyrettim.
Ramazan dolayısıyla kendisiyle röportaj yapılan birinci âlim, Peygamber Efendimiz’in kadınlara iyi muamelesinden, eşlerine gösterdiği anlayıştan söz ediyordu. Olayı bildiğinizden eminim.
Hani Peygamber Efendimiz bir sefer esnasında yanındaki sahâbîlere, yola devam edip gitmelerini söyledikten ve onlar bir hayli uzaklaştıktan sonra Hz. Âişe’ye dönerek: “Benimle koşuya var mısın?” diye sormuş, genç hanımannemiz de bu teklife pek sevinmiş ve yaptıkları yarışta Efendimiz’i geçmişti. Yıllar sonra yine Efendimizle annemiz bir seferde beraberken aynı şekilde yarışmışlar, bu defa da Resûl-i Ekrem Efendimiz onu geçmiş ve kendisine “Bu, daha önce kazandığın yarışın rövanşıdır” diye lâtife etmişti (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 39, 264; Ebû Dâvûd, Cihâd, 61). Şimdi gelelim sözünü ettiğimiz röportaja. Bu genç âlimimiz kendisiyle yapılan röportajda aynen şöyle diyordu:
“Hz. Peygamber eşiyle elele tutuşarak Medine sokaklarında yarış ediyor.” Cümle aynen böyle. Medine sokaklarında, yani milletin gözü önünde yarışıyorlar! Artık bir yarışın elele tutuşarak nasıl yapıldığını ise bu işin uzmanlarına bırakalım.
Bu zât tahminen 6-7 sene önce, bu defa bir televizyon kanalında aynı olayı şöyle anlatmıştı:“Birgün Hz.Peygamber’in hanımları onunla yarış yapmak istediler. O da onlara, peki yapalım, ama siz beni geçersiniz, dedi. Yarıştılar ve onu geçtiler.” O günlerde bu sözlerden duyduğum üzüntü sebebiyle yine bu sütunda “Ondan Bahsederken” başlığı altında bir yazı yazmıştım (Canım Arzular Seni, s. 263-268).
Dini bildiği zannedilen ve kendisine din âlimi diye saygı duyulan kimseler, Peygamberaleyhisselâm ile ilgili bir olayı aklına estiği gibi nasıl anlatabilir? Hadislerde zikredilen bir konuyu dürüst bir şekilde nakletme mes’ûliyetinden kendini nasıl âzâde hissedebilir? Bir olayı her defasında farklı şekillerde anlatan kimsede, ilim adamında bulunması gereken dürüst nakil titizliğinin mevcut olmadığı ortaya çıkar. Bu da o şahsın sorumsuzluğunu gösterir.
Gelelim televizyon kanalında seyrettiğim ikinci âlime. Türkçe ibadet konusunu savunan birini desteklemek üzere orada bulunan ve kendi ifadesiyle “geleneksek İslâm’ı değil gerçek İslâm’ı (!)” anlatan bu zâtın bir hadîs-i şerîften söz ediş tarzını nakledeceğim.
Hadisi hatırlayalım: Muâz İbni Cebel’in arkasında namaz kılan bir sahâbî onu namazda uzun sûreler okuması sebebiyle Resûl-i Ekrem’e şikâyet edince, Allah’ın Resûlü bu zâta namazda kendisinin ne okuduğunu sormuş, o da ben Fâtiha’yı okur, ondan sonra Allah’tan cennet diler, cehennemden sığınırım. Sizin bu okuduklarınıza gelince, ben onları hiç bilmiyorum, cevabını vermişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz “Ene ve Muâz havlehümâ nüdendinü: Ben de Muâz da hep bu iki şey için okuyup duruyoruz” buyurmuştu. Ahmed Naim Bey merhum hadisi böyle tercüme etmiş (Tecrid Tercemesi, II, 677). Burada benim üzerinde duracağım husus, hadisin son kelimesinin tercümesidir. Demekki dendene kelimesi, güzel ve isabetli hadis tercümeleriyle ünlü Ahmed Naim Bey tarafından okuyup durmak diye tercüme edilmiş. Televizyondaki zâtın okuyup tercüme ettiği cümleye göre o sahâbî Peygamber aleyhisselâm‘a: “Mâ uhsinü dendeneteke ve lâ dendenete Muâz” demiş. Merhum Haydar Hatiboğlu Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi‘nde (X, 29) bu ifadeyi, bir önceki tercümeye yakın şekilde “Vallahi ben ne senin ne okuduğunu, ne de Muâz’ın ne okuduğunu bilmiyorum” diye tercüme etmiş.Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi‘ni yapan Necati Yeniel ve Hüseyin Kayapınar da “Senin ve Muâz’ın nağmelerini beceremiyorum” (III, 234) diye yine doğru bir şekilde tercüme etmişler. Televizyondaki o “Odun kıranın hık deyicisi”nin beni üzen tercüme ise son derece saygısız ve lâübâli bir ifadeyle aynen şöyleydi: “O bedevî Hz. Peygamber’e, ben senin ve Muâz’ındandanasını bilmiyorum dedi”. “Dendene” kelimesini örneklerini sunduğum şekilde değil de “dandana” diye tercüme ve telaffuz eden zât Karadenizli olduğu için acaba tantana mı demek istiyordu?. Fıkıh sahasında profesör pâyesini almış bir kimsenin, Peygamber’e karşı bir sahâbisini “Ben senin dandananı bilmiyorum” diye söyletmesi doğrusu beni rencîde etti. Bu olayı, hiç ilgisi bulunmayan Türkçe ibadet saçmalığına âlet etmesi ise ayrı bir çirkinlikti.
Her Gelecek Yakındır
Ey Allah’ın kendilerini ilim nimetiyle taltif ettiği âlim kardeşler! Dünyanın bir imtihan sahnesi olduğunu unutmayalım. Âhirette her âlimin “Sen ilminle ne yaptın?” sorusuna muhatap olacağını aklımızdan çıkarmayalım. Bizler, her şeyden önce birer kuluz. Herkes gibi biz de dinimizi daha iyi öğrenmeye ve yaşamaya muhtacız. En büyük sıkıntımız nefsimizi eğitmek. En büyük hedefimiz Allah’a ihsan mertebesinde, O’nu görüyormuş gibi ibadet edebilmektir. Allah’ın huzuruna ibadet etmek üzere çıkıyoruz; aklımız dağda, bayırda. Nefsimizin kulağından tutup seccâdenin üzerine getiremiyoruz. Allah’a karşı görevlerimizi hakkıyla yapamıyoruz. Öte yandan birbirimize sevgiyle, dostça, kardeşçe bakamıyoruz. Birbirimize gülümserken bile, ben bu adamdan nasıl faydalanırım, diye çıkar hesabı yapıyoruz. Halbuki Allah’ın lutfuyla okuyup yazanlarımızın en başta gelen görevi, din kardeşlerimize, Allah’a daha iyi kul olma çabasında yol göstermektir. Bu bir.
İkincisi de halkımıza karşı dürüst olmak, gerçekleri ilim adamına yakışır şekilde anlatmaktır. Yüzlerce yıl boyunca gelip geçen ve kendi çağlarında Allah’ın dinini Allah’ın kullarına en iyi ve en doğru şekilde öğretmeye çalışan büyüklerimize saygılı olmaktır. Altında kalıp ezilebileceğimizi düşünerek köşe taşlarını yerinden oynatmamaktır. “En iyi mal bizim dükkânda bulunur” der gibi “Gerçekleri sadece ben anlatıyorum” havalarına girmemek, iki günlük dünya menfaati ve şöhreti için bazı saf veya zayıf insanları aldatmamaktır.
Eğer Allah’a ve hesap gününe inanıyorsak dürüst olmalıyız. Balın ne olduğunu bilmeyenlere keçiboynuzunu bal diye yedirmemeliyiz. Bugün bizi alkışlayanların kıyamet gününde gerçekleri görünce “Neden bana dinimi yanlış öğrettin? Dinimi daha doğru şekilde yaşamama, Allah’ın rızâsını kazanmama neden engel oldun?” diye yakamıza yapışacaklarını, daha da önemlisi Cenâb-ı Hakk’ın “Kullarımı niçin kandırdın?” diye hesaba çekeceğini göz ardı etmeyelim. Şunu da unutmayalım ki, her gelecek yakındır.