Adı Güzel, Kendi Güzel Muhammed
YYaşar Kandemir hocamızın 2003 Ocak ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 203 Sayfa: 028)
Güzel insan nasıl olur? Onu, yüzü güzel, sözü güzel, kendi güzel, her yaptığı güzel olan Peygamber Efendimiz’e bakarak tarif etmek mümkündür. Güzel Mevlâm onu güzellikten yaratmıştır. Bunu fark etmek için de bakmasını ve görmesini bilmek önemlidir. Tıpkı o küçük kervandaki kadının bakıp da gördüğü gibi.
Bir gün Peygamber Efendimiz Medine dışında konaklayan küçük bir kervan gördü. Orada otlayan güzel bir deveyi beğendi ve fiyatını sordu. Söylenen fiyatı pazarlık etmeden kabul etti. Bir süre sonra parasını göndereceğini söyleyerek deveyi alıp götürdü. Kervanda bulunanlar yabancı oldukları için onu tanımamışlardı. Bir süre sonra içlerinden biri:
– “Ya bu adam devenin parasını getirmezse” diye telâşa kapıldı. Ötekiler de onun gibi düşündüler.
Fakat kervanda bulunan hanımlardan biri adamlara şunu söyledi:
– “Boş yere telâşlanmayın. Biz bu civarda onun gibi aydınlık yüzlü bir adam görmedik. Böyle bir adam yalan söylemez ve bizi aldatmaz.”
Sevgili Efendimiz’in insanın içini aydınlatan o güzel yüzünü adamlar da hatırladılar. O güzel yüz kendilerine güven verdiği için “Parayı getir, deveyi götür” demediklerini düşündüler.
Akşama doğru ellerindeki yemeklerle kervana yaklaşan adamlar önce devenin parasını verdiler. Sonra da deveyi alan Resûl-i Ekrem’in kendilerine gönderdiği yemeği ikrâm ettiler.
Sevgili Efendimiz’in her davranışı zarif, ince ve ölçülüydü. Meselâ birini ziyarete gittiğinde, kapıda durur, selâm vererek izin ister, kapı açıldığı zaman evin içini görmemek, başkasının mahremiyetine vâkıf olmamak için kapının tam karşısında durmaz, sağına veya soluna çekilirdi. İçeriden ses gelmezse, orada daha fazla beklemeden geri dönüp giderdi.
Yolda karşılaştığı birine önce o selâm verir, elini uzatıp tokalaşır (musâfaha eder), onun gücenmemesi için hemen elini çekmez, bu davranışı karşısındakinden beklerdi.
Her hareketi ölçülüydü. Bağıra çağıra konuşmayı sevmez, kimseyi azarlayıp incitmezdi. Suyun akıp gidişi gibi sükûnetle yürürdü. Kahkahayla gülmez, tebessüm etmekle yetinirdi.
Utanma duygusuna sahip olmayı üstün bir erdem kabul ederdi. Vücudun mahrem yerlerinin açılmasından pek rahatsız olurdu. İslâmiyet’ten önceki Araplar böyle şeylere önem vermez, çıplak yıkanmaktan çekinmezlerdi. Hatta bir kısım erkek ve kadınlar, daha sevap olduğu inancıyla Kâbe’yi çıplak tavâf ederlerdi. Peygamber Efendimiz bu âdetleri tamamen yasaklamış, başka ülkelerde hamamda çıplak yıkanıldığını duyduğu için hamama gidilmesini yasaklamış, gidecek olanların örtünmesini tavsiye etmişti.
Kendi işini kendi görürdü. Evinin alışverişini yapar, aldıklarını bizzat taşırdı. Kendini arkadaşlarından üstün görmez, onlar çalışırken oturmayı doğru bulmaz, işin bir ucundan da kendisi tutardı.
Başkalarına yardım etmekten derin zevk alırdı. Savaşa giden arkadaşlarının yalnız ve yardımsız kalan ev halkına yardım ederdi. Bir defasında Habbâb İbni Eret böyle bir görevle gitmişti. Kızının anlattığına göre evde bir keçileri vardı, ama çocuklar keçiyi sağamıyorlardı. Efendimizaleyhisselâm Habbâb’ın evine gider, keçiyi sağıp sütünü evdekilere verirdi (Ahmed b. Hanbel,Müsned, V, 111, VI, 372).
Misafiri sever, kendi misafirlerini bizzat ağırlardı. Bir defasında Habeşistan’dan misafirler gelmiş, ashâb-ı kirâm onların hizmetine koşmuştu. Peygamberimiz:
– “Onlara hizmet etmek bana düşer; çünkü onlar kendi ülkelerinde benim arkadaşlarımı ağırladılar” buyurmuştu. Müslümanlara yapılan iyiliklere sevinir, bunları hiç unutmazdı.
Evinde sadece misafirlerine yetecek kadar yiyecek olsa bile hepsini onlara ikram eder, kendisinin ve çocuklarının o geceyi aç geçirdikleri olurdu. Hatta geceleri kalkar, misafirlerinin bir ihtiyacı olup olmadığını öğrenmeye çalışırdı.
Tâifliler’i İslâm’a davet etmek için kalkıp ayaklarına gitmesi, onların ise kendilerine uzanan bu rahmet elini itmesi ve mübarek vücudunu taşa tutması unutulacak gibi değildir. Nitekim Sevgili Efendimiz de bu kötü muameleyi hiç unutamadı; bunun kendisine Uhud Savaşı’ndaki yenilgiden daha fazla dokunduğunu söylerdi. Bu olaydan on yıl sonra Tâif kalesini kuşattığı zaman, Cenâb-ı Hakk’a el açıp onların doğru yolu bulmaları, Müslüman olup kurtulmaları için dua etmişti. Çünkü Allah’ın Resûlü bir merhamet ve şefkat pınarıydı. Dünyaları içine alacak kadar geniş gönlünde kin ve nefrete yer yoktu. Hicretin dokuzuncu yılında Tâif heyeti Peygamber Efendimiz’i ziyaret etmek üzere Medine’ye geldikleri zaman, Kâinâtın Efendisi onlara kucak açıp misafir etmişti.
Bir kimsenin, kendine yapılan hakaretlerin intikamını alması son derece tabiîdir. İslâmiyet bu hakkı herkese vermiştir. Fakat Sevgili Peygamberimiz bu hakkını hiçbir zaman kullanmamış, sadece Müslümanlar’dan değil, düşmanlarından bile şahsî intikam almamıştır. Onun düşmanlarından intikam alabileceği en uygun zaman Mekke’nin fethedildiği gündü. En büyük intikam fırsatının eline geçtiği bu günde o herkesi bağışlamış, “Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” buyurmuştu.
Rûhu böylesine asil ve yüce olan Sevgili Efendimiz’in bedeni de tertemizdi. Temizliğe pek önem verirdi. Üstü başı kirli olanları “Neden elbiseni temizlemiyorsun?” diye uyarırdı. Herkesin iyi giyinmesini, kendine çeki düzen vermesini isterdi. Bir gün saçı, başı dağınık birini görmüş, “Bu adam niçin saçlarını yıkayıp taramıyor?” diye duyduğu üzüntüyü dile getirmişti.
Ona göre insanın yaşadığı her yer güzel ve temiz olmalıydı. Bir gün mescidin duvarında bir tükürük gördü; mescide yapılan bu saygısızlıktan dolayı çok üzüldü. Bir hanım orayı temizleyince, pek memnun kalıp ona dua etti. Yolları ve gölgesinde oturulan ağaçların altını temiz tutmayı öğütlerdi.
İnsanların birbirleriyle güzel ortamlarda buluşup görüşmesini isterdi. Turp, soğan, sarımsak gibi ağzı kokutan şeyleri yiyenlerin, ağızları kokarken camiye gitmelerini, başkalarını rahatsız etmelerini doğru bulmazdı.
Maddî imkânı yerinde olanların güzel giyinmelerini ister, “Allah Teâlâ’nın kuluna verdiği nimeti, onun üzerinde görmekten memnun olacağını” hatırlatırdı.
Sevgili Peygamberimiz, eline geçeni başkalarına dağıtır, bu sebeple hep sıkıntı içinde yaşardı, ama o başkalarının yoksulluk çekmesini istemezdi. Bir gün yanına, sırtlarındaki abaları delerek başlarından geçirmiş çıplak ve perişan vaziyette bir topluluk çıkageldi. Onları bu derece çâresizlik içinde görünce, mübarek yüzünün rengi değişti. Çünkü o günlerde onların ihtiyacını giderecek kadar maddî imkâna sahip değildi. Ashâbını topladı, onları bu yoksullara yardım etmeye çağırdı.“Yarım hurma bile olsa getirip yardım edin!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm evlerine gidip imkânları ölçüsünde yiyecek ve giyecek getirdiler. Onların bu gayretini görünce, Resûl-i Ekrem’in üzgün çehresi değişti. O güzelim yüzünde yine güller açmaya başladı. Bize olayı anlatan sahâbînin dediği gibi o sırada mübarek “yüzü gülüyor, altın gibi parlıyordu” (Müslim, Zekât 69). Kanayan bir yarayı sarmak, birinin derdine merhem olmak onu işte böyle derecesiz sevindirirdi.
Kısacası Sevgili Peygamberimiz, hangi yönden bakılsa bir güzellik âbidesiydi. Yûnus Emre’nin dediği gibi o “adı güzel, kendi güzel Muhammed”di.
Mevlâm, şefaatine nâil eylesin (Âmin).