Vefanın Neresindeyiz?
YYaşar Kandemir hocamızın 2002 Eylül ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 199 Sayfa: 026)
Biz Kâinâtın Efendisine gönül vermişiz. Onun getirdiği dine iman edip yoluna girmişiz. Artık biricik rehberimiz o; izinde gidilecek Efendimiz o. Buyruğuna kulak verir, emrini tutmaya çalışırız; yaptığına özenir, yolundan gitmeye alışırız. Huyunu, ahlâkını öğrenir, onun gibi yaşamaya gayret ederiz. Onu rehber bilen İslâm büyüklerinin yolunda gideriz.
Sevgili Efendimizin güzel huylarından birinin vefakârlık olduğunu çok iyi biliriz. Vefâ; verilen söze, yapılan anlaşmaya bağlı kalmak demektir.
Allaha Vefâ
İyi dikilmiş bir elbise vücut güzelliğini daha bir gösterdiği gibi, iyi huylar da ruh güzelliğini ortaya çıkarır. İyi huyların başında ahde vefâ gelir. Verdiği sözü yerine getirmek, yaptığı anlaşmaya sâdık kalmak, bir zamanlar yaşadığı güzel günlerin hatırasına saygı duymak insanın asâletini yansıtır.
Ne yazık ki insanoğlu verdiği sözü çabuk unutur. Unuttuklarımızdan biri de Allaha verdiğimiz sözdür.
Hani bir zamanlar Hz. Âdem’in belindeydik. Rabbimiz bizi ortaya çıkardı ve hepimize birden:
– “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Biz de:
– “Evet Rabbimizsin diye Onun kulu olduğumuzu belirttik (Arâf 7/172; Mâlik, Muvatta’, Kader 2; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsîr 8). “Kâlû belâ” diye andığımız bu olayı hiç hatırlayanımız var mı?
Allaha o sözü verenler arasında Peygamber Efendimiz de vardı. Efendimiz, sözüne hep bağlı kaldı. Putperest bir toplumda yetiştiği halde putlara tapmadı. Putlar için verilen ziyafetlere katılmadı. Onlar için kesilen kurban etlerinden ağzına bir lokma koymadı. Peygamber olduktan sonra Allaha verdiği söze daha çok bağlı kaldı. Ona kulluğunu göstermek için her fırsatta oruç tuttu, namaz kıldı. Bazı geceler ayaklarının şiştiği bile oldu.
İnsanlara Vefâ
Bu sohbetimizde vefanın daha çok birbirimizle ilgili yanı üzerinde duracağız. Güzel geçmişi, hoş hâtıraları unutmamak, o güzellikleri her zaman gönlümüzde yaşatmaktan söz edeceğiz.
Rehberimiz Efendimiz çeşitli zamanlarda vefakârlığın pek güzel örneklerini göstermiştir. Şimdi bunlardan birkaçını hatırlamaya çalışalım.
Hâtıb İbni Ebî Beltea adında bir sahâbî vardı. Bedir Gazvesine katılan, Bedrin diğer arslanlarıyla birlikte Allah tarafından öğülen bir yiğitti. Uhud Gazvesindeki yiğitliği unutulur gibi değildi. O gün Efendimizin mübarek dişinin kırıldığını görünce çok öfkelenmiş, bunu yapan kâfiri arayıp bulmuş, kellesini Resûl-i Ekreme getirmişti. Allahın Resûlü Mısır kralına elçi olarak onu göndermiş, kralın Peygamber Efendimize hediye ettiği Mâriyeyi de o getirmişti.
Mekke fethinden önceydi. Hazreti Peygamber bir savaş hazırlığına başlamıştı. Bu savaşın Mekkeye olduğunu güvendiği birkaç kişiden başka kimseye söylememişti. Onlardan biri de Hâtıbtı. Ne yazık ki Hâtıb, asla yapmaması gereken bir iş yaptı. Mekkelilerin ileri gelenlerine bir mektup yazdı. Allahın Resûlünün gece karanlığı gibi korkunç, sel gibi bir orduyla onlara doğru gelmekte olduğunu, tek başına da kalsa Allahın onu muzaffer kılacağını, bunu ona Allahın vadettiğini yazdı ve Mekkeye giden bir kadına verdi.
Allah Teâlâ durumu Peygamberine bildirdi. O da birkaç sahâbisini gönderip Mekkeye gitmekte olan o kadının elinden mektubu alıp getirtti. Peygamber Efendimiz Hâtıbı karşısına aldı ve ona niçin böyle davrandığını sordu. O da bunu kötü bir niyetle yapmadığını, Mekkedeki sahipsiz akrabalarını himâye etmek için bu yola başvurduğunu söyleyerek kendini savundu.
Resûlullah Efendimiz ona inandı, savunmasını kabul etti ve kendisini bağışladı. Fakat Hz. Ömer, bunun bir ihânet olduğunu, Hâtıbın öldürülmesi gerektiğini ileri sürdü. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz onun bir Bedir gazisi olduğunu, Allah Teâlânın Bedirde bulunanları övdüğünü ve onlara Ey Bedir ehli! Bundan böyle ne yaparsanız yapın, ben sizleri bağışlayacağım buyurduğunu hatırlattı (Buhârî, Cihâd 141). Âyet-i kerîme karşısında Hz. Ömer bir şey söyleyemedi.
Allahın Resûlü bu olayda Hz. Ömere de, onun şahsında bize de vefakârlığın ne olduğunu öğretti. İnsan hata yapabilirdi. O hata büyük de olabilirdi. Ama bir zamanlar yapılan iyiliği asla unutmamak gerekirdi. İnsan, Allahın cezalandırılmasını istediği bir suçu işlemediği sürece vefakârlık esaslarından faydalanacaktı.
Güzel Günler Unutulur mu?
Efendimizin sevgili eşi Hz. Haticeye beslediği vefâ duygusu pek emsâlsizdi. Birlikte pek güzel günleri olmuştu. Annemiz hem sevgisiyle hem servetiyle her zaman eşinin arkasında olmuş, onun sevinciyle sevinmiş, derdiyle dertlenmişti. Peygamberimiz aleyhisselâmın ondan on beş yaş daha küçük olması aralarında bir problem meydana getirmemişti.
Nebiy-yi Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice vefat edipte Hz. Âişeyle evlendikten sonra bile Hatice annemizi dilinden hiç düşürmemiş, her fırsatta onunla olan güzel günlerini yâdetmişti. O zamanlar Hz. Âişe çok gençti. Bir gün bu övgülerden iyice bunaldı:
– Sanki yeryüzünde hiç kadın yok da yalnız Hatice var! diye söylendi İhtiyarlıktan dolayı ağzında diş kalmamış yaşlı bir koca karının nesini anarsın bilmem ki, Allah onun yerine sana daha gencini, daha hayırlısını vermiştir diye onu kıskandığını açıkça gösterdi. Bunun üzerine Peygamberimiz Efendimiz Hatice annemize beslediği sevgiyi, hasreti ve o eşsiz vefakârlığını şöyle dile getirdi:
– “Allah bana ondan daha hayırlısını vermemiştir. Herkes benim peygamberliğimi inkâr ederken o bana imân etti. Herkes benim yalancı olduğumu iddia ederken o beni tasdik etti. Kimse bana birşey vermezken o malını mülkünü benim emrime verdi. Üstelik Allah Teâlâ bana ondan çocuklar nasib etti” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 117-118). Böyle diyerek geçmişte kalan güzellikleri bir daha yâdetti.
O Günlerin Hatırına
Peygamber Efendimiz Ebû Tâlib amcasının iyiliklerini de hiç unutmadı. Kendisini İslâm düşmanlarına karşı korumak için gösterdiği fedakârlığı her fırsatta andı. Bütün çabalarına rağmen amcası İslâmiyeti kabul etmedi. Müslüman olmadan ölen kimsenin âhirette başına gelecek felaketleri düşündükçe Allahın Resûlü çok huzursuz oldu ve amcasına Müslüman olması için bir daha, bir daha ısrar etti. Fakat bütün gayretleri boşa gitti. Amcası için Allahtan af dilemek istedi. Ama Allah Teâlâ, iman etmeden ölen kimse için bağışlanma dilenmeyeceğini belirtti (Tevbe 9/113).
Süt emme çağında sütannesiyle, sütbabasıyla ve sütkardeşleriyle geçen güzel günlerini de hiç unutmadı. Her geldiklerinde onlara değerli hediyeler ikram etti. Hatta kendilerini ayakta karşılayıp hırkasını onların altına serdi.
Sadece onlara değil, Huneyn Gazvesinde, köylerinde süt emdiği bütün halka, o eski günlerin hatırına büyük bir iyilikte bulundu. Maalesef onlar bu savaşın yapıldığı sekizinci yıla kadar Müslüman olmamışlardı.
Huneyn Savaşına giderken o devrin âdetlerine göre, erkekleri cesaretlendirmek ve savaştan kaçmalarını önlemek için kabilenin bütün kadınlarını ve çocuklarını da savaş yapılan yere getirmişlerdi. Çetin bir savaş sonunda Müslümanlara yenildiler. Sonra Resûl-i Ekrem Efendimize geldiler; çocukluk günlerinin hatırına esirleri serbest bırakmasını istediler. Peygamberimizaleyhisselâm da ashâbının rızâsını alarak ve eşsiz bir vefa örneği göstererek kadın, erkek 6.000 esirin hepsini serbest bıraktı.
Vefakârlık asil insanların özelliğidir. Peygamber ahlâkına sahip kişilerin, kumaşı has olanların yapabileceği bir yiğitliktir. Nebiy-yi Muhterem sallallâhu aleyhi ve sellemin izinden gidenlerin sahip olması gereken güzel bir huydur. Ne mutlu vefalılar defterinde kaydı olanlara…