Hadis Öğrenme Aşkı
YYaşar Kandemir hocamızın 2002 Haziran ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 196 Sayfa: 028)
Ashâb-ı kirâm Resûl-i Ekrem Efendimiz’i kaybettikten sonra onun hasretini hadisleriyle teskin etmeye çalıştılar. Peygamber-i Zîşân’ın sağlığında hadis öğrenmeyi kendilerne iş edinenler bilmedikleri hadisleri derlemeye ve onları başkalarına öğretmeye çalıştılar.
Bir Hadis Uğrunda
Medineli Câbir İbni Abdullah bir hadis âşığıydı. En çok hadis bilen yedi sahâbîden biriydi. Peygamber aleyhisselâm‘dan bizzat işitmediği kısas konusundaki bir hadisi, Suriye’de yaşayan Abdullah İbni Üneys’in Resûl-i Ekrem’in ağzından duyduğunu haber aldı.
Ashâb-ı kirâmın bizim anlamakta bile zorluk çekeceğimiz bir âdeti vardı: Resûl-i Ekrem’den kendi kulaklarıyla duymadıkları bir hadisi, ondan duyanın ağzından işitmek isterlerdi. İşte Câbir sırf bu maksatla bir deve satın aldı. O devrin şartlarında Medine’den kalkıp tam bir ay süren çetin bir yolculuktan sonra Suriye’ye gitti ve o hadisi Abdullah İbni Üneys’ten duyup öğrendi (Buhârî, İlim 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 495). Bu yolculuk sırasında onu ne çölün yakan güneşi ne devenin insanı sarsan yürüyüşü rahatsız etti. Onu Suriye’ye varmadan ya kendisinin veya Abdullah İbni Üneys’in ölmesi yüzünden hadîs-i şerîfi duyamama endişesi tedirgin etti.
Medine’yi şereflendirdiği günden itibaren Resûl-i Ekrem’e evini açıp onu ağırlayan, Resûlullah’a yönelik bir tehlike sezdiği zamanlarda, düşmanları ona zarar vermesin diye geceleri evinin etrafında pervane gibi dönen, yüzyıllardır da İstanbul’da bizim mânevî muhâfızımız olan Ebû Eyyûb el-Ensârî de hadis âşıklarından biriydi. O da tıpkı Câbir İbni Abdullah gibi, mü’minin ayıbını örtme konusundaki bir hadisi Resûlullah Efendimiz’den duyan Ukbe İbni âmir ile görüşmek için Medine’den Mısır’a bir ay süren zorlu bir yolculuk yapmıştı (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 153, 159).
Hadisleri Resûlullah’ın mübarek ağzından ilk defa duyandan alma âdeti ashâb-ı kirâmdan sonra da devam etti. Tâbiîn âlimlerinden Alkame İbni Kays ile Esved İbni Yezîd Kûfe’de yaşarlardı. Hadislere büyük önem veren bu iki zât, kendilerinin o güne kadar duymadıkları bir hadisi Hz. Ömer’in rivayet ettiğini duyunca bununla yetinmezler, uzun bir yolculuğu göze alarak Medine’ye giderler, o hadisi Resûlullah’tan bizzat duymuş olan Hz. Ömer’in ağzından dinleyip öğrenirlerdi.
İbnü’l-Kayserânî’nin Macerası
Hadisleri, Peygamber’e en yakın kaynaktan duyup öğrenme aşkı yüzyıllarca azalmadan devam etti. Hz. Peygamber’in ağzından çıkan o eşsiz incilerin kitaplara dizilmiş olması bu geleneği hiç unutturmadı.
Şimdi ashâb ve tâbiîn zamanından dört beş asır sonrasına giderek bir misâl de o devirden verelim:
Kudüslü İbnü’l-Kayserânî (ö. 507/1113) güçlü bir hadis hâfızı, İslâmî konularda değerli görüşlere sahip bir âlimdi. Aynı zamanda hadisi önde tutan bir tasavvufî hayata sahipti. On iki yaşında hadis öğrenmeye başladı. Kudüs’teki tanınmış muhaddislerden faydalandıktan sonra, hadis bilgisini geliştirmek için diğer ilim merkezlerine seyahat etmeye başladı. Şimdi bizim adlarını iki nefeste sayamayacağınız kadar çok şehri dolaştı. Mısır, İskenderiye, Dımaşk, Halep, Musul, Mekke, Medine, Bağdat, Basra, Kûfe, Horasan, İsfahan, Cürcan, Nîşâbur, Herat, Merv, Âmid, Esterâbâd, Dînever, Rey, Şîraz, Kazvin, Enbâr, Ehvâz Hemedan, Vâsıt, Esedâbâd, İsferâyin, Âmül, Tus gibi kırktan fazla ilim merkezine seyahat etti. Uçağın, trenin, otobüsün, vapurun bulunmadığı o devirde deve, at, eşek gibi bir binitle seyahat edilirdi; ama onlara sahip olmak da herkesin harcı değildi.
Bu gayretli hadis âlimi birçok muhaddis gibi fakirdi. İlim uğrunda şehir şehir dolaşırken hiçbir bineğe sahip olamadı. Günde onlarca kilometre yol yürüdüğü olurdu. Kitaplarını sırtına alır, sıcak kumlar üzerinde yalın ayak yürüyüp giderdi. Bu yüzden bir defasında Bağdat’ta, diğerinde Mekke’de idrarından kan gelmişti. Yaya olarak da birkaç defa haccetmişti. Onu bu çetin yolculuklar değil, kendisinden hadis okumak için gittiği bir muhaddisin bir gün veya birkaç gün önce vefat ettiğini öğrenmek daha çok yorar ve üzerdi.
Bazan aksi de olurdu. Bir defasında, tıpkı yukarıda misâlini gördüğümüz sahâbîler ve tâbiîler gibi, Isfahanlı muhaddis Ebû Amr Abdülvehhâb’dan bir hadis öğrenmek için Tus’dan kalkıp Isfahan’a gitmişti. Bu hadis Efendimiz’in şu duasıydı: “Allahım! Verdiğin nimetin yok olup gitmesinden, lutfettiğin âfiyetin bozulmasından, ansızın vereceğin cezadan ve senin gazabını üzerime çekecek her şeyden sana sığınırım.” (Müslim, Zikir 96). Hadisi öğrendi; hocası da ona üç pide ve iki armut verdi. Bir müddet sonra da bu Isfahanlı âlim vefat etti.
Moğolların Kudüs’ü işgal edip orada katliam yaptıkları günlerdeydi. O sırada Mısır’da bulunan İbnü’l-Kayserânî muhaddis Ebû İshâk el-Habbâl’den hadis okuyordu. Derste bir hemşehrisi kulağına eğilip bir şeyler söyleyince kelimeler boğazına düğümlendi, önündeki yazıları okuyamadı. Hocasının ne olup bittiğini ısrarla sorması üzerine aralarında şu konuşma geçti:
– “Yıllardır görmediğim kardeşimin Mısır’a geldiğini duyunca heyecanlandım, hocam.”
– “Öyleyse niye kalkıp gitmiyorsun?”
– “Elimdeki hadis cüzünü okuyup bitirince gideceğim.”
Muhaddis Ebû İshâk el-Habbâl onun bu sabır ve tahammülüne şaştı kaldı:
– “Ey muhaddisler! Ne de çok öğrenme hırsınız var! Sallallâhü alâ Muhammed” diyerek dersi bitirdi.
Parayı Yutunca
İbnü’l-Kayserânî’nin güler misin, ağlar mısın cinsinden bir macerası vardır. Muhtelif ilim merkezlerini dolaşıp Tinnis’e vardığında elinde bir ekmek parası kalmıştı. Ama hadis yazacağı kâğıdı da tükenmişti. Kâğıt alsa aç kalacaktı; ekmek alsa öğreneceği hadisleri nereye yazacaktı. Üç gün boyunca ne yapacağına karar veremedi. Dördüncü gün açlıktan gözleri kararmaya başlayınca ekmek almaya karar verdi. Madeni parayı ağzına alıp fırının yolunu tuttu. Ama ne olduysa işte o sırada oldu. Parayı yutuverdi. Sonra da oturup garip haline gülmeye başladı. Derken Tinnisli bir tanıdığı çıka geldi ve neye güldüğünü sordu. O önemli bir şey olmadığını söyleyerek geçiştirmek istedi; çünkü o güne kadar kimseye parasızlığından söz etmemiş, kimseden yardım istememişti. Ama kendiliğinden gelen ikrâmı da geri çevirmezdi. Adam ne kadar ısrar ettiyse ağzından laf alamadı. Sonunda, “Neye güldüğünü söylemezsen karım boş olsun” deyince, olup biteni ona söylemek zorunda kaldı. O da bu garip hadis talebesini alıp evine götürdü ve çeşitli ikramlarda bulundu.
Matbaanın bulunmadığı o günlerde kitaplar elle yazılarak çoğaltılırdı. İbnü’l-Kayserânî de isteyenlere hadis kitaplarını yazarak geçimini temin ederdi. Bu değerli âlim daha sonraları çoğu hadise, bir kısmı tasavvufa dair onlarca eser kaleme aldı (bk. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XXI, 109-111).
Çetin hayat ve seyahat şartlarının yıldırmadığı nice hadis âşığı Resûlullah’ın mirasına sahip çıkmış, şehir şehir dolaşıp hadis öğrenmiş ve bu eşsiz servetin bize kadar kesintisiz gelmesini sağlamışlardır.
Bugün insanlar, yaptıkları uzun tahsili paraya dönüştürmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Allah rızâsından ve Peygamber şefaatinden başka bir şey gözetmeyerek yıllarca aç susuz, yayan yapıldak hadis tahsil eden bu aziz insanların ortaya koyduğu erdemi kime, nasıl anlatabiliriz? Anlatmaya kalksak bile, modern nakil vasıtalarından başka bir şeye binmediği için ıssız çöllerde, bitmez yollarda yaya yürümenin zahmetini bilmeyenler hadislerin nasıl bir fedakârlık sonucunda derlendiğini anlayıp takdir edebilirler mi?
Hadislerin değerini bilmeyenleri bir yana bırakıp elimizdeki mirasa sahip çıkalım; hadîs-i şerifleri çokça okuyarak dinimizi Peygamberimizden öğrenelim.