Sadeliğin Parıltısı
YYaşar Kandemir hocamızın 1994 Kasım ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 105 Sayfa: 024)
Peygamber Efendimiz’in hayatındaki sadelik, o sade hayatın içindeki tabiilik insanı meftun ederdi. Alemlere rahmet olarak yaratılan bir insanın bu kadar gösterişsiz bir hayat sürmesi, sıkıntıları hiçbir zaman mesele yapmaması, gerek hayatın zorluklarını gerek insanların olumsuzluklarını bir problem olarak görmemesi herkesi kendine hayran bırakırdı. Onun fakir, ama bahtiyar sahabilerinden Mikdad İbni Amr’ın bize anlattığı olay, Rasûl-i Ekrem’in bu haline güzel bir örnek teşkil eder.
İç, Ya Resûlallah!
Mikdad İbni Esved diye de anılan bu zat aslen Kinde’li olmakla beraber, bir Mekkeli’nin himayesine girerek bu mübarek beldede yaşayan yoksul bir kimseydi. Hz. Peygamber İslâmiyet’i yaymaya başlayınca, ona ilk iman edenlerden biri oldu. Kimsesiz ve fakir diğer müslümanlar gibi o da ağır işkenceler gördü ve ilk müslüman kafilesiyle birlikte Habeşistan’a hicret etmek zorunda kaldı. Habeşistan’da rahat yaşarken, Mekke’de artık müslümanlara kötülük yapılmadığına dair asılsız bir haber duyarak geri dönenlerle birlikte Mekke’ye geldi. Fakat değişen birşey yoktu. Müslümanlar yine horlanıp eziliyordu. Allah’ın Resûlü Medine’ye hicret edince Mikad da hicret etmek istedi. Fakat hicret edebilmek için bile maddi imkana sahip olmak gerekiyordu. Resûlullah’ın hicretinden tam sekiz ay sonra uygun bir fırsat çıktı. Kureyşlilerin Medine’deki müslümanların durumunu tespit etmekle görevlendirdiği bir askeri birliğe katılarak Medine yakınlarına kadar geldi ve yolda karşılaştıkları İslâm birliğinin yanına kaçarak Resûlullah’a kavuşabildi. Peygamber (a.s.) Mikdad ile üç yoksul arkadaşına Mescid-i Nebivînin bir kenarında yatacak bir yer gösterdi ve onlara üç keçi vererek, bunları sağın, sütunu aramızda paylaşalım buyurdu. Onlar hergün keçileri sağarak hisselerine düşen sütü içerler Rasûl-i Ekrem’in payına düşen sütü de bir köşeye bırakırlardı. Kainatın Efendisi geceleyin yanlarına uğrar, ancak uyanık olanların duyabileceği şekilde hafifçe selam verir, nafile namazını kıldıktan sonra kendisine bırakılan sütü içerdi.
Birgün Mikdad sütünü içti ama karnı doymadı. Kendi kendine, Medineli müslümanlar Hz. Peygamber’e ikramda bulunuyorlar; onun bu süte benim kadar ihtiyacı yok; Resûlullah’ın hissesine düşeni de içeyim, diye düşündü ve öyle yaptı. Fakat dudağını süt kabından çeker çekmez büyük bir pişmanlığa kapıldı. Şimdi Peygamber gelip de sütünü bulamayınca bana beddua ederse halim nice olur? diye korkmaya başladı. Üzerinde elbise namına küçük bir peştemal vardı. Onu başına çekince ayakları açılıyor, ayaklarını örtünce başı açıkta kalıyordu. Peştemalini çekiştirip duruyor, arkadaşları rahat rahat uyudukları halde, korkudan onun gözüne uyku girmiyordu.
Derken Resûl-i Ekrem geldi; uyuyanları rahatsız etmemek için kısık bir sesle selam verdi. Mescidde namazını kıldıktan sonra süt kabının başına geldi. Kapağı kaldırınca süt kabının boş olduğunu gördü mübarek başını semaya kaldırdı.
Bu hali gören Mikdad, “eyvah mahvoldum; şimdi bana beddua edecek, mahvolacağım” diye paniğe kapıldı. Hz. Peygamber’in duasına iyice kulak verdi. Allah’ın Rasûlü şöyle diyordu:
– “Allahım! Bana yiyecek verene sen de yiyecek ver! Su verene sen de su ver!”.
Yakayı kurtardığını gören Mikdad, peştamala bürünerek sevinçle kalktı. Eline bıçağını alıp keçilerin bulunduğu yere gitti. Semiz olan keçiyi Resûlullah için kesecek, böylece suçunu bağışlatacaktı. Keçilerin yanına varınca, memelerinin yeniden sütle dolduğunu görerek hayret etti. Eline bir kap alıp keçileri tekrar sağdı ve hemen Resûlullah (s.a.)’ın yanına döndü. Onu gören Nebiyyi Muhterem Efendimiz:
– Bu akşam sütünüzü içtiniz mi? diye sordu. Mikdad cevap vermek yerine süt kabını uzattı:
-İç, ya Resûlallah! dedi.
Resûlullah (s.a.) kabı alıp içti; sonra onu Mikdad’a verdi. Mikdad süt kabını tekrar Resûl-i Ekrem’e sunarak:
– İç, ya Resûlallah! dedi.
Nebiyyi Muhterem Efendimiz tekrar içti ve Mikdad’a dua ederek kabı ona verdi.
Resulûllah’ın bedduasını alacağım diye büyük bir korkuya kapılan Mikdad, onun kendisine dua ettiğini görünce, öyle bir sevince kapıldı ki, kendini tutamayıp gülmeye başladı. Korkudan sinirleri iyice gerildiği için dengesini kaybedip yere düştü.
Allah’ın Resûlü onun bu haline gülerek:
– “Bu senin yaramazlıklarından biri olmalı, Mikdad”, buyurdu. İşte o zaman Mikdad meselenin aslını anlattı. Sonra uyuyan arkadaşlarını uyandırdı; onlar da bu sütten nasiplerini aldılar.
Peygamber Efendimiz Mikdad’ı ve diğer yoksul müslümanları çok sever, onları herkesin sevmesini isterdi. Nitekim birgün ashabına, Allah Teâlâ’nın dört kişiyi sevdiğini, onları kendisinin de sevmesini emrettiğini söyleyerek bunların Hz. Ali, Ebû Zer, Selman ve Mikdad olduğunu söyledi.
Şüphesiz Resûl-i Ekrem Efendimiz’in insanı hayran bırakan pek çok mucizesi vardır. Esasen onun yukarıda arzetmeye çalıştığım, gönüllere taht kurmuş hiçbir kimsenin yapamayacağı kadar sade ve tabii yaşayışını da bu mucizelerden biri saymak gerekir. Allah’ın Resûlü sıfatıyla, etrafını sevgiyle kuşatan müslümanların gönüllerinde derin bir yeri bulunduğu için, o günün şartlarına göre en müreffeh şekilde yaşayabileceği halde, hiçbir şeye sahip olmayan yoksul müslümanların hayat tarzım benimsemesi ve onlar gibi kıt kanaat yaşaması başka nasıl izah edilebilir!
Ağaç Yaprakları
Ashab-ı kiram’ın çoğu fakirdi. Üzerine giyecek doğru dürüst bir elbise bulamayanların sayısı az değildi. Mikdad İbni Amr’ın yukarıda anlattığı türden peştemalları veya büründükleri bez parçası vücutlarının tamamını örtmediği için kimi kumaşı ortasından delip başından geçirir, kimi ona sarınıp boyunlarına düğüm atarlardı.
Ashab-ı kiram’ın Buvat Gazvesi’nde çektiği sıkıntılar doğrusu pek ibretlidir. Peygamber Efendimiz’le 200 arkadaşı, hicetin ikinci yılının üçüncü ayı olan Rebiülevvel ayında Buvat Gazvesi’ne çıktılar. Yanlarında yeteri kadar binek hayvanı olmadığı için altı, yedi kişi bir deveye nöbetleşe binebiliyordu. Günlük yiyecekleri sadece bir kuru hurma idi. Hergün kendilerine dağıtılan bir hurmayı bir defada yiyip bitirmiyorlar, onu arada bir çıkarıp biraz emiyor, sonra sarıp sarmalayıp tekrar ceplerine koyuyorlardı. Birgün yanlışlıkla kendisine hurma verilmeyen sahabi, ertesi sabah ancak arkadaşlarının yardımıyla doğrulup kalkabilmişti. Şüphesiz Resûl-i Ekrem Efendimiz de tıpkı diğer sahabiler gibi hissesine düşen hurmayı emerek açlığını teskin ediyordu. Gün geldi hurmalar da bitti. Yollarının üzerindeki ağaçlardan yaprak silkerek karınlarını doyurmaya çalıştılar. Yaprak yemekten dudakları yara olduğu halde Resûlullah’a bir şikayette bulunmadılar. Daha önce kaç defa onun mucizelerini gördükleri halde, bir mucize göster de bizi bu perişanlıktan kurtar, diye sızlanmadılar. Allah yolunda olduklarının şuuruyla bütün sıkıntılara seve seve göğüs gerdiler.
Gün geldi tulumlarındaki su da tükendi. O gün Resûl-i Muhterem Efendimiz Cabir ibni Abdullah’a, biraz su getir de abdest alayım, dedi. Cabir bütün kafileyi dolaştığı halde abdest alacak kadar su bulamadı. Peygamber Efendimiz’e soğuk su ikram etmekten zevk duyan bir sahabinin eski tulumunda bir yudum su buldular. Efendimiz bu tulumu alarak birşeyler okudu. Sonra da büyük bir çanak getirilmesini istedi. Çanak getirilince, su tulumunu Cabir’e vererek, onu Bismillah diye eline dökmesini istedi. Cabir denileni yapınca, Resûl-i Zişan Efendimiz’in mübarek parmaklarının arasından büngül büngül su kaynamaya başladı. Sahabiler koşup geldiler; tam iki yüz kişi bu sudan kana kana içtiler.
Yaprak yemekten ağızları yara olan bu sahabiler, nihayet birgün Kainatın Efendisi’ne hallerini arzetmeye karar vererek, yiyecek hiçbir şey kalmadığını söylediler. Nebiyyi Ekrem Efendimiz o eşsiz tevekkülüyle:
– Allah’ın sizi doyuracağını umarım, buyurdu. Nihayet yolları bir deniz sahiline düştü. Çok geçmeden deniz patladı ve dev dalgalar iri bir balinayı kıyıya attı. Resûl-i Kibriya ile birlikte günlerdir açlıktan perişan olan sahabiler balinanın etrafında büyücek bir ateş yaktılar. Balığın bir kısmını kızartarak, Cenab-ı Hakk’ın bu ikramıyla karınlarını doyurdular.
Hemen hepimiz gözümüzü dünyaya açınca, kendimizi müslüman bir ailenin, İslâmî bir muhitin içinde bulduk. Allah’ın kutlu yoluna ermek için, birçok insanın yaptığı gibi önemli bir çaba sarf etmedik. Dinimiz uğrunda aç açık kalmadık. Allah’ın dinine hizmet etmek, onu daha ötelere, İslâm’a hasret çekenlere götürmek için, ashab-ı kiram gibi malımızı ve canımızı ortaya koymadık.
Ashab-ı kiram efendilerimiz Allah yoluna başkoydular. Canlarını Allah’a adadıkları için de başlarına gelen sıkıntılara aldırmadılar. Biz Allah’dan geldik, yine Allah’a gideceğiz, dediler. Allah’a ve onun dinine böylesine bağlandıkları için Cenab-ı Hakk’ın yardımına ve lütfuna mazhar oldular.
Onlar da bizim gibi aynı Allah’ın kulu ve aynı Peygamber’in ümmetiydiler. Fakat onlar derin imanları sayesinde yoklukları ve imkansızlıkları dize getirdiler ve asıl hedeflerini hiçbir zaman unutmadılar. Biz ise varlıklar ve imkanlar içinde kendimizden geçtik ve hedefimizi unuttuk. Bununla beraber bütün fırsatları kaçırmış ve eldeki sermayeyi büsbütün tüketmiş değiliz. Gözümüz baktığı, kalbimiz attığı sürece yeniden doğrulma, kendimize gelme ve ashab-ı kiramın izinden gitme imkanına sahibiz. Bu son treni de kaçırmak istemiyorsak, İslâm’a hizmet şuuruyla uyanalım ve güzel dinimizin güzel ülkemizde yeniden canlanması için Cenab-ı Hakk’ın bize verdiği her imkanı seferber edelim.
Mevla muinimiz olsun. Amin.