Tebessüm Abidesi
YYaşar Kandemir hocamızın 1991 Kasım ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 069, Sayfa: 020)
Bazılarımızın kaşları kudretten çatılmış gibidir. Bu çatık kaşlıların lugatinde şakalaşma, gülme şöyle dursun tebessüm etme bile yoktur. Mahkeme duvarını andıran suratlarının kendilerini daha ciddi gösterdiğini, böylece etraflarında bulunanlara önemli bir adam gibi göründüklerini zannederler. Bazıları da bu dinin müsamaha dini, kolaylık dini, rahmet dini olduğunu unutarak gülme ve şakalaşmanın hayatımızda yeri bulunmadığını düşünürler.
Güzel olduğu için güzeli seven, san’atının yüceliğini güzeli yaratarak gösteren Cenab-ı Mevla, insanoğlunu varlıkların en güzeli olarak yaratmış ve onu tebessüm zinetiyle süslemiştir. Tebessüm, bizi diğer yaratılmışlardan ayıran, bizi birbirimize sempatik gösteren ve böylece gönüllere destursuz girmemizi sağlayan ilahi bir mucizedir. Ellerinde böyle bir gönül avlama silahı olduğu halde onu kullanmayanlar, kendilerini yalnız kalmaya, sevilmemeye mahkum eden zavallılardır.
İhtiyarlar cennete giremez
Güzellik abidesi Efendimizi bize tasvir eden sahabiler, onun mübarek yüzünden tebessümün hiç eksilmediğini ifade ederler. Etrafındakilere pek latif latifeler yaptığını, gülünecek olaylar karşısında asla soğuk durmadığını, yıldız gibi parlayan inci dişleriyle etrafı aydınlatarak güldüğünü belirtirler.
Bir defasında adamın biri Resûl-i Ekrem’e gelerek bir binek devesine ihtiyacı olduğunu söyledi. Efendimiz onu şaka yollu:
– İnşaallah seni bir deve yavrusuna bindirelim, dedi.
Beriki nükteyi kavrayamadı. Deve yavrusunun ne binmeye, ne de yük taşımaya elverişli olduğunu düşünerek:
– Ya Resûlallah! Ben deve yavrusunu ne yapayım! İşime yaramaz ki! dedi.
Kainatın efendisi onun nükteyi anlamasını istiyordu:
– Hayır, seni deve yavrusuna bindireceğiz, dedi. Sonra da üzüleceğini düşünerek nükteyi açmak zorunda kaldı: Bir devenin yavrusu olmayan deve var mı ki? buyurdu.
Şekerden tatlı sözlerini, zarif nükteleriyle ballandıran Efendimize bir gün yaşlı bir hanım geldi:
– Dua et de, ben de cennete gireyim, dedi. Güzeller sultanı bu nineyle şakalaşmak istedi:
– İhtiyarlar cennete giremez ki, buyurdu.
Kadıncağız pek üzüldü; ağlamaya başladı. Gönüller Sultanı’nın duygulu gönlü onun üzülmesine dayanamadı. Yaşlıların cennete genç olarak gireceklerini söyleyerek:
“Biz kadınları yeniden yaratacağız. Onları bakire, eşlerine düşkün ve hep bir yaşta yapacağız.” mealindeki ayet-i kerimeyi hatırlattı.
O devirde kadınlar, insan yerine konulmazdı. Hele kendileriyle oturup sohbet edilen şanslı kadınlar pek azdı. Zorba Araplar kadını bir zevk ve eğlence vasıtası kabul ederdi.
Gerçi bugün kendilerini medeni sayan milletlerin kadına bakışı, cahiliye devri Araplarının kadına bakışından pek farklı değildir. Arada metod farkı vardır. Araplar kadına hiç nazik davranmazken, bugünküler kadını “sen çok değerli bir varlıksın” diyerek istismar ediyorlar. Onu zevk ve eğlence vasıtası kabul ediyorlar. “Doğrusu sana yakışıyor” diyerek onu her vesileyle manevi değerlerinden uzaklaştırıyorlar. Halbuki Allah’ın Yüce Resûlu kadınların da bir Allah kulu olduğunu, kendileriyle konuşulması, sohbet edilmesi gerektiğini her fırsatta ortaya koydu. Onlara nazik davranılmasını vasiyet etti.
Bir gün hanımın biri Rasûlullah efendimize gelerek kocasının evde kendisini beklediğini söyledi. Kainatın efendisi latife olsun diye:
– Senin kocan, şu gözünde beyazlık bulunan adam değil mi? diye sordu. Kadın:
– Hayır, kocamın gözünde beyazlık yok, dedi.
– Var, var, buyurdu. Resûlu ekrem, senin kocanın gözünde beyazlık var.
Nükteyi anlamayan kadın:
– Vallahi yok, ya Resûlallah! deyince. Kainatın Gülü gülümsedi:
– Gözünde beyazlık olmayan adam var mı şu dünyada! buyurdu.
Efendimiz beyazlık derken, göz bebeğinin etrafındaki beyaz tabakayı kasdetmiş, kadıncağız ise bunu göze ak düşmek şeklinde anlamıştı.
Bütün bu latifeler Resûl-i Ekrem’in şaka yaparken gerçeklerden uzaklaşmayıp iki manaya gelebilecek sözlerle pek latif latifeler yaptığını göstermektedir.
Onun latife yapması bazı sahabileri hayrete düşürmüş olmalı ki:
– Ya Resûlallah! Sen de bize şaka yapıyorsun! dediklerinde:
– Ben sadece doğruyu söylüyorum, buyurmuştu.
Küçük hizmetkarı Enes İbni Malik’e “iki kulaklı!” diye takılması da, yukarıdaki latifeleri olduğu gibi, onun sadece doğruyu söylediğini göstermektedir. Zira Enes’e iki kulaklı derken, onunduyduğu hadisleri unutmayan güçlü hafızasına dikkati çekmek istemiş olmalıdır. Çünkü kendisine on yıl hizmet eden Enes, en çok hadis rivayet eden yedi sahabiden biriydi.
Bir bulamaç hikayesi
Öyle insanlar vardır ki, kendileri şaka yaparlar, fakat huzurlarında şaka yapılmasını hoş görmezler. Bunu laubali bir davranış sayarlar. Halbuki Efendimiz, son derece tabii bir insan olduğu için, huzurunda yapılan latifeleri hoş görürdü. Hele hanımlarının birbirlerine yaptığı şakalar onu pek memnun ederdi.
Birgün Hz. Aişe annemiz bulamaç pişirmişti. Bulamacı sofraya getirdiğinde Sevde annemiz de efendimizin yanında oturuyordu. Hz. Aişe Sevde annemize:
– Haydi sen de ye, dedi. Hz. Sevde:
– Ben bulamacı sevmem dedi. Hz. Aişe ısrar etti:
– Ya yersin.yoksa yüzüne yediririm.
– Gerçekten hoşlanmıyorum, bulamaçdan dedi Hz. Sevde.
O zaman Aişe annemiz kalktı ve dediğini yaptı.
Resûlullah efendimiz iki eşinin birbiriyle şakalaşmasından pek hoşlandı.
Cihanın Güneşi efendimiz hanımlarının yanında, dışarıda olduğundan daha güleç, daha hoşgörülü olurdu. Bu sebeple hanımları onun yanında kendilerini pek rahat hissederlerdi.
Tanınmış hadis ve fıkıh otoritesi ve Medine’nin şöhretli alimi İmam Malik hazretlerinin bu konuda pek güzel bir sözü vardır. Der ki:
– İnsan aile fertlerinde öyle bir intiba bırakmalıdır ki, onlar aile reislerini dünyanın en iyi, en anlayışlı insanı bilmelidir. İmam Malik’in Efendimizin davranışlarına bakarak bu kanaate vardığında şüphe yoktur.
Dahhak îbni Süfyan el-Kilabî müslüman olmuş, Resûl-i Ekrem’in huzuruna gelerek ona bey’at etmişti. Dahhak’ın kalbi pırıl pırıl olmakla beraber yüzü çirkin, görünüşü ahenksizdi. Peygamber eşlerinin örtünmesiyle ilgili ayetler o günlerde henüz nazil olmadığı için Hz. Aişe annemiz, Resûl-i Ekrem efendimizin yanında bulunuyordu. Dahhak ona baktı. Peygamber aleyhisselam’ın daha güzel eşlere sahip olması gerektiğini düşündü ve kendine göre pek samimi bir teklifte bulundu. Hz. Aişe’yi göstererek:
– Ya Resûlallah! Benim bu beyaz kadından daha güzel iki eşim var. onlardan birini boşayayım da sen al! dedi.
Hz. Aişe bu teklifi pek münasebetsiz buldu. Dahhak’a dönerek:
– Sen mi, yoksa o boşayacağın kadın mı daha güzel? diye sordu.
Dahhak:
– Elbette ben ondan daha güzel ve yakışıklıyım, deyince Hz. Peygamber gülmeye başladı. Hz. Aişe’nin bu yerinde nüktesi pek hoşuna gitmişti.
Mütebessim çehresi gönüllere ferahlık veren ve “insanların en fazla tebessüm edeni”(Tirmizi, Menakıb 10) diye bilinen O Gül Yüzlü’nün gülmeyi adeta unuttuğu zamanlar da vardı. Kendisine vahiy geldiği, ashabına va’z ve nasihat ettiği, ahireti ve kıyameti hatırlattığı zamanlarda hiç gülmezdi.
O tebessüm abidesi, ashabını güler yüzlü olmaya teşvik eder, müslümanın yüzüne gülmeyi sadaka sayardı. Müslüman! güleç yüzle karşılayan kimseleri Allah Teala’nın sevdiğin!söylerdi. Kahkahayla gülmezdi ama, huzurunda cereyan eden olayın mahiyetine göre mübarek azı dişleri görününceye kadar güldüğü olurdu. Bir peygamber huzurunda bulunduklarını düşünerek ona yaklaşmaya cesaret edemeyenler, yüzünde güller açtığında, kendilerini ona daha yakın hissederlerdi.
Gülçehre
Her birimiz tıpkı Peygamber efendimiz gibi, güzel dinimizi insanlara öğretip sevdirmek mecburiyetinde olduğumuza göre, bizi insanlara yaklaştıracak ve sempatik gösterecek davranışları benimsemeliyiz. Yeri gelince latif latifeler yapmalı, yüzümüzden tebessümü eksiltmemeliyiz.
Merhum Bursa Meb’usu Mustafa Fehmi Gerçeker, Hilye-i Fahr-i Alem adlı eserinde Efendimizin o eksilmeyen tebessümünü bakınız ne güzel anlatıyor:
Eylerken o mehlika tekellüm
Süslerdi dudakların tebessüm
Gülçehre güzel gülerdi amma
Gülmezdi o kahkahayla asla
Olmuştu tebessümüyle ma’rüf
Gülgoncası gülmesiyle me’lüf
Bir hokkadır ağzı pürcevahir
Envarı gülümsedikçe zahir
Gözlerdi tebessümün gönüller
Açsın diye leblerinde güller