Yamalıklar Dikip Esvabına
YYaşar Kandemir hocamızın 1991 Ocak ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 059, Sayfa: 020)
Büyüklüğün ne olduğunu pek iyi bildiğimizi sanmıyorum. Bize göre büyük adam, büyük işler yapan adamdır. Savaşlar kazanan, ülkeler fetheden, yeni yeni buluşları olan kimsedir. Böyle birinin, büyüklüğünü koruyabilmek için ağır oturması, batman götürmesi gerekir. Basit kimselerden, basit davranışlardan uzak durması şarttır.
Odanın bir yerinde çer çöp mü gördü, hemen hizmetçiyi, o yoksa hanımı çağırmalı, üstelik ihmalkarlığını yakalamışken onu bir de azarlamalı, ama asla eline süpürgeyi almamalıdır. Çarşı işlerini bizzat görmek, haydi gördü diyelim, aldıklarını bizzat taşımak gibi hafifliklere kalkmamalıdır. Bu kabil davranışlar onun itibarını sarsar, ağırlığını kaybetmesine yol açar.
İşte bizim değer ölçülerimiz böyledir. Büyük adamın, kendi işini bizzat yapmasını, basit ve önemsiz işlerle uğraşmasını kabul edemeyiz.
Ne dersiniz? Acaba bu yaptığımız doğru mudur? Bunu anlamak için geriye dönüp, bizim yegane modelimize, büyükler büyüğü efendimize bakmamız gerekecektir.
PEYGAMBER KİM?
Mevlamızın aşığı, gönlümüzün ışığı Sevgili Efendimiz, bırakınız bir söküğü dikmeyi, elbisesindeki yırtığı bile mübarek elleriyle yamardı. Zaman zaman süpürgeyi alır, odasını temizlerdi. Keçilerini o gül kokulu elleriyle sağardı. Sabahleyin hanımlarına uğrar, siparişlerini öğrenir, çarşıya çıkarak evinin ihtiyaçlarını bizzat temin ederdi. Bir defasında Mefhar-i mevcudat efendimizin en dikkatli ve fakat en yoksul talebesi Ebu Hureyre hazretleri, onun elindeki eşyanın taşınmasına yardım etmek istemişti. Gönüller Sultanı efendimiz ona, evinin eşyasını herkesin kendi taşımasının daha münasip olacağını söylemişti.
Fakir sahabilerin evlerine gitmek, hatırlarını sorup onlarla sohbet etmek, yoksul sofralarına bağdaş kurup oturmak ve Allah’ın verdiğini hep birlikte yemek, Efendimizin zevk aldığı şeylerdendi. Köleler onu arpa ekmeğinden ibaret yemeklerini birlikte yemeye davet ederler. Gönüller Sultanı onları kırmaz, evlerine gider, onlarla birlikte yere oturur ve ikramlarını kabul ederdi.
Mescitte veya bir başka yerde ashabının arasında öylesine kaybolurdu ki, dışarıdan gelen bir yabancı Peygamber’in kim olduğunu sorup öğrenmek zorunda kalırdı. Kendine özel bir yer ayırmayı, sahabilerinden daha yüksekçe bir yerde oturmayı istemezdi. Hatta bir meclise gidince, boş bulduğu yere oturuverirdi.
Amcası Hz. Abbas onun sahabilerin arasında toz, toprak içinde ziyan olduğunu, kaba ve görgüsüz bazı bedevilerin kendisini rahatsız ettiğini görünce dayanamadı; bir çardak yapılması, müslümanların dert ve sıkıntılarıyla orada, gölgede oturarak meşgul olmasını teklif etti. Nebiler Sultanı amcasına şunları söyledi:
– Allah Teâlâ ruhumu kabzedene kadar onların arasında bulunacağım. Ökçeme basmalarına, hırkamı çekiştirmelerine katlanacağım!…
Ya Rabbi! Bu ne büyüklük! Bu ne anlayış! Bu ne tevazu! Laftan anlamayan insanlara katlanmak, hatır, gönül tanımayan kaba ve cahil kimselerin görgüsüzlüğüne göğüs germek ne zordur. Fahr-ı Cihan (aleyhi salavatü’r-Rahman) efendimiz, yaşamaktan maksadın insanlarla birlikte bulunmak ve onlara katlanmak olduğunu ne güzel anlatıyor…
KURU ET YİYEN KADININ OĞLU
Müslüman olmakla beraber Seyyid-i Kainat efendimizi henüz görme bahtiyarlığına erememiş biri onun karşısına çıkınca, korku ve heyecandan titremeye başladı. Çünkü bu zat, Allah Resûlü’nün yüce huzurunda bulunmanın ne önemli bir hadise ve ne büyük bir şeref olduğunu bütün benliği ile hissediyordu. O Gönüller Kabesi, “İbrahim’in Müjdesi” efendimiz, onu rahatlatmak için bir söz söyledi. Bizim havsalamızın alamayacağı kadar sade ve sakinleştiricilerin en müessiri bu cümle şöyleydi:
-Arkadaş! Titreme; ben bir kral değilim. Ben, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum.
Bizim aşıklarımızın ona duydukları derin muhabbeti içli mısralarla dile getirdikleri gibi sahabinin biri de Resûlullah’a beslediği üstün saygıyı “Efendimiz! En hayırlımız! En hayırlımızın oğlu” gibi ifadelerle belirtmek istedi. Fahr-i Cihan (aleyhi rahmetü’r-Rahman) hazretleri kendine böyle hitap edilmesinden rahatsız oldu. Müslümanları şöyle uyardı:
– “İnsanlar! Allah’tan korkunuz. Şeytana uymayınız. Ben yalnız Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kuluyum. Cenab-ı Hak beni elçilikle şereflendirdi. Beni bundan da öte bir ifadeyle anmanızı istemem!”
Nebiy-yi Muhterem (s.a.)’in bu konuda titizlik göstermesinin önemli bir sebebi vardı. Hristiyanların Hz. İsa’ya aşırı muhabbet göstermelerinin doğurduğu korkunç durum gözler önündeydi. İşte bu sebeple o, kendisine normalin üstünde bir mevki verilmesinden endişeleniyordu.
Tevazu alametlerinden biri de, her seviyedeki insanın çekinmeden yaklaşmasına, dert ve sıkıntılarını rahatlıkla anlatmasına müsait bir tabiatta bulunmaktır. Bunun tabii sonucu da, yardım ve ihtimam bekleyenlerin problemlerine imkan ölçüsünde çözüm bulmaya çalışmaktır. Sevgili Efendimizin hayatında bunun çeşitli örnekleri vardır.
Medine’de zihnî bakımdan özürlü olan bir hanım vardı. Birgün Server-i Kainat’ın yanına geldi ve ona:
– Seninle görülecek bir işim var, diyerek elinden tuttu; sokağa çıkardı; bir köşede ona sıkıntısını anlattı. Resûl-i Kibriya da onu sabırla dinledikten sonra, kendisinden istediğini yerine getirdi.
MERKEP ÜZERİNDE
Öyle önemli zamanlar vardır ki, insan ne kadar mütevazî olursa olsun, bu ender vakitlerde, özellikle de hasımlarına karşı, elindeki mükemmel imkanları sergilemekten haz duyar. Mesela muzaffer bir kumandan, ordusuyla bir şehre girerken, kıratının sırtında bütün haşmetiyle görünmek ister. Birçok şeyler pahasına kazandığı zaferin gururunu tatmayı arzular. Bizim hissettiklerimizin tam aksine, bilhassa böyle zamanlarda Mefhar-i Mevcudat efendimiz, zaferi kendine nasib eden Cenab-ı Bârî’nin huzurunda başını eğerdi. Bir çetin ceviz olan Hayber Kalesi’ni ele geçirip içindeki yahudileri dize getirdiğinde, şehre girerken atın devenin değil, bir merkebin sırtındaydı. Diğer zamanlarda sık sık merkebe binmekten çekinmezdi. Ufeyr adlı merkebinin sırtına bazan torunlarını, bazan diğer sahabilerini bindirirdi. Halbuki o isteseydi, Arap atlarının en mükemmeli daima emrine âmâde olurdu.
Arapların “Eyne’s-sera ve’s-Süreyya” diye hoş bir deyimleri var. “Yerdeki toprak nerede, gökteki Süreyya yıldızı nerede?” anlamındaki bu deyim, iki şey arasında mukayese edilemeyecek kadar büyük fark bulunduğunu belirtmek için söylenir. Bu güzel sözün, Fahr-i kainat efendimizle bizim aramızdaki ahlak ve şahsiyet mesafesini çok iyi belirttiğinde şüphe yoktur. O müstesna bir insandı. Amenna. Bizim onun gibi olmamız mümkün değildir. Bu da doğru. Fakat doğru olan birşey daha var. O da “Resul-i ekrem size en güzel örnektir” ayeti üzerinde iyi düşünmek. Bu ayet-i kerime, bizim görevimizin, her hareketimizde ve hayatımızın her safhasında onu kendimize örnek almamız gerektiğini vurguluyor. Allah’ın Rasûlü’nü kendimize model almayacak olursak, bu ilahi buyruğun manası kalır mı?
KEREM KÂNI
İbrahim Hakkı Erzurûmî Hazretlerinin Fahr-i alem efendimizin ahlakını vasfettiği “Kerem kânı” (lütufkar, kerem kaynağı) redifli bir na’t-ı şerifi vardır. Oradan seçeceğimiz Resûl-i kibriya’nın tevazuuna dair bazı beyitlerle size veda edelim:
Hakk’ın mahlukuna rıfk u tevazu eyleyip lillah
Ederdi cümle halka lutf u ihsan ol kerem kânı
…
Haya vü hilm ile mevsuf idi hem lutf ü hürmetle
Gelip yalvaranı koymazdı giryan ol kerem kânı
…
Yamalıklar dikip esvabına nalin giyip dahi
Varıp her hastaya eylerdi derman ol kerem kânı
…
Hem ehl-i beytinin hizmetlerin bizzat ederdi hoş
Kamu müşkilleri eylerdi âsân ol kerem kânı
…
Binerdi geh deve, geh at ve geh katır, gehî merkep
Yalın ayak yürürdü kâh, o sultan ol kerem kânı
…
Gel ey Hakkı, unut halkı, Habib-i Hak’dan al hulku
Ki Hak’dan hüsn-i hulk almıştı meccân ol kerem kânı